Aralık 24, 2009


Geçtiğimiz hafta cuma akşamı, inanılmaz bir yağmurun sel olup aktığı akşam.. Ofiste 3 kişi oturmuş plazaların arkasından, tıpkı dünyanın sonu filmlerinden çıkmış gibi görünen, bulutlara bakıp yorumlar yapıyoruz.

-Aha kesin birazdan bulutların arasından kocaman bir robotun ayaklarını göreceğiz, plazalardan birine ateş edip kocaman bir delik açacak falan diyoruz.

Daha sonra olay dünya'nın sonu filmlerine geldi. Oradan 28 gün sonra filmine ve onun soundtrack'ine geldi.

Ben ve Hans hatırlayamadık filmin soundtrack'ini bunun üzerine Brian "Bakalım hatırlayabilecek misiniz?" diyerekten müziği açtı. http://www.youtube.com/watch?v=DbwlGv9SWfY.. bu linkteki müzik.

Bunun üzerine tam müziğin en vurucu anında bir gök gürüldemesi, giden elektrikler, ve herkesten aynı anda "hassiktiiiirr..." tepkisi.

Komikti, biz çok eğlendik..

Aralık 18, 2009

garip bir gün


bugün metroda işe gelirken adamın biri bana geldi ve

(a)dam- pardon bir şey danışabilir miyim size?
(b)en - tabi buyrun,
a- benim sağda solda gördüğüm ürünler hakkında çok enteresan reklam fikirleri geliyor, sizce bunları nasıl değerlendirebilirim?
b- reklam ofisleri, ajansları falan vardır herhalde onlara gidip fikrinizi sunabilirsiniz,
a- var mıdır öyle yerler?
b- neden olmasın

... aradan 1 durak geçti, aynı adam;

a- pardon siz ne iş yapmaktasınız?
b- ben stajyer avukatım
a- aa, öyle mi, benim de kişisel avukatım yok, hep bunun eksikliğini hissettim, bir kartınız var mı acaba?
b- (kart arama numarası), ne yazık ki yanımda hiç kartım yok,
a- telefon numaranızı alabilir miyim?
b- tabi buyrun 0555 xxx xx 39 (gerçeği 0555 xxx xx 38).
a- benim şimdi inmem lazım, adım turxxx, arayacağım sizi mutlaka.
b- görüşmek dileğiyle:D

enteresan karakterler hala mevcut buralarda..

Dün genel olarak enteresan bir gündü adliyede, çocuk tacizcisi, elektrik hırsızları, hakimi tehdit edip daha sonra ağlayan bir avukat hanım, avukat'a "yazdır katip'e ne istiyorsan" diyen bir hakim. çaresizce olanları anlamaya çalışan bir stajyer (ben).

Ekim 12, 2009

Medyayakapakolsundakiler - ;Özellikle de Hıncal'a

Efenim dillere pelesenk olan, hakkında sayfalarca yazı yazılan, şu denen, bu denen, ama en nihayetinde gayet de güzel, eli yüzü düzgün, anlatmak istediği şeyi fazlasıyla iyi anlatan bir film olan Issız Adam'dan sonra, sevgili medyam Çağan Irmak'ın yeni filmi hakkında ne diyecek gerçekten çok merak ediyorum.

Zira bu sefer ellerinde Issız Adam gibi esnete esnete istedikleri yöne çekebilecekleri bir film yok. Bu sefer kenar mahalle kızlarını ağlatacak değil, onları ilk yarı bitmeden uyutacak bir film var. Çağan Irmak "Hiç bir yönetmen, filminin bu kadar ağza düşmesini istemez" derken ne demek istediğini, filmin içinde sindire sindire hepimizin gözünün önüne sokuyor.

Alın size bir "Issız" adam daha.. Alper kadar ıssız bu da üstelik. Hadi bunu da ağzınıza sakız yapın da görelim.

Tabii önce anlarsanız.

Siz de bi ara gidin Karanlıktakiler'i izleyin. Yönetmenine, oyuncusuna, yapımcısına alkış tutun.

Sansürün sansürü

Şimdi internet sitelerine yapılan engellemenin hadi diyelim ki bir mantığı var.

Hadi diyelim ki yasa zorunlu kılıyor, gerekten çocukların, gençlerin, ruhsal, fiziksel gelişimleri vs. vs. (Bu arada şunu da anlamam hiç. Genelde erotik içerikli yayınlar da bu ruhsal ve fiziksel gelişim başlığının altına koyulur. Sevişen iki kişiyi gören gencin ruhsal dengesi mi bozuluyor gerçekten?) Peki sonuç olarak bir yasak varsa, insanların bu yasaktan haberdar olması, en azından yasak olan davranışları gerçekleştirmeye kalkmamaları için bunların neler olduklarını bilmeleri gerekmiyor mu?

İnternet yasaklarının baş mihmandarı Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (al bi parantez daha. Komünikasyon zaten iletişim değil mi? İngilizceye çevirmek istediğinizde Telecommunication Communication Agency gibi bir sonuç çıkıyor, ki bu da kurumun falsosunun daha adından başladığının kanıtı.) web sitesinde Mart ayından bu yana yasaklı web sitelerinin listesini ve daha da önemlisi neden yasak olduklarını yayınlamıyor. Bu nadide kurumun başındaki zat da buna gerek olmadığı yönünden görüş bildirmiş. Yani ben, güvenli web kullanımının esaslarına harfiyen uyan bir insan olmak istesem, neye girip, neye giremeyeceğimi ancak, ona girdikten sonra karşıma çıkan uyarıdan anlayabileceğim.

Kısacası, yasağın ne olduğunu öğrenmek dahi yasak.

Bu arada bu yasaklar sayesinde yurdum insanı, DNS'in proxy'nin ruhunu öğrendi, bu da işin hayırlı tarafı olsa gerek.

Bir de bu yasakları savunan, "youtube'a girince, milli manevi değerlere hakaret eden vidyo!lar görseniz nasıl hissedersiniz. [çok kötü hissederim, cidden] youtube hiç bir şey yapmıyor bu vidyo!lara. koskoca youtube bi avuç türk bulup ayıklayamıyor mu bu vidyo!ları. bence de yasaklansın, youtube'ın(!) aklı başına gelsin" diye ciddi ciddi yazan hasta bir zihniyet daha var ki, hasta işte, kendi haline bırakıcan..

Ağustos 01, 2009

Amy Tilbe


An itibariyle MTV'de canlı olarak Yıldız Tilbe'nin Amy Winehouse şarkısı söylediğini görüyorum. Ya da Amy Winehouse'un Yıldız Tilbe olduğunu görüyorum. Amy Winehouse canlı kaydı veriyorlar bir tane, dansları falan Yıldız Tilbe'nin aynısı. Çok garip, ne diyeceğimi bilemedim bir an.

Temmuz 13, 2009

Kri(z)toph Daum



Fenerhabçedeki 1. Daum döneminin galiba son yılına denk geliyordu, Türk spor medyasında başlıkları değişik renklerle boyayarak kelime oyunları yapma modası başgöstermişti. İçlerinden tek yaratıcı ve akılda kalan olanı da işte bu başlıktı. Galiba Sabah gazetesi tarafından, Daum-Yönetim-Tercüman (Yardımcı Antrenör) Murat Kuş üçgeni içerisinde kopan bilmem kaçıncı krizden sonra atılmıştı. O sezon sonunda Fenerbahçe Denizli'de berabere kaldı, şampiyonluk kaçtı, Daum gitti...

Şimdi Daum'un geri dönüşünü takip eden bu günlerde kafamı kurcalayan bir-iki şey var: Birincisi son bir kaç gündür özellikle bazı medyada süregelen "Daum çok değişmiş" haberleri. Yok bel fıtığı iyileşmiş de artık idmanlarda hareketliymiş de, yok artık daha babacanmış da vs. Geçin bunları kardeşim. 40 yıllık Daum bu saatten sonra mı değişecek? Siz Kadıköy'de kaybedilen ilk puandan sonra soyunma odasında görün Daum'u. Bakalım değişmiş mi, daha mı babacanmış, yoksa futbolculardan bir tanesi bile kaldırabiliyor mu kafasını Daum'un fırçaları altında..


Alex-Daum ilişkisi bence bu sezonun kaderini çizecek. Sezon sonu birinden biri gidebilir. Daum giderse Aziz Yıldırım'ı da beraberinde götürebilir. Ben, Alex ile Daum'un arasının çok iyi olduğunu tahmin etmiyorum. Kampa geç katılması, Daum'un ilk basın toplantısında Alex'ten bahsetmemesi vs. Bunların hepsi gelecek adına önemli işaretler. Alex Zico döneminde Yeniçeri Ağası gibiydi. İsteseler Padişah'ın kellesi gidiyordu. Aragones ile ayar verilmeye çalışıldı, ters tepti.. Şimdi Daum ile neler olacak gerçekten merak ediyorum.

İşin 2. boyutu da Fener'deki Alex paradoksuna dair. Alex olduğu müddetçe Fenerbahçe'nin 4-4-1-1'den başka bir sistemi efektif olarak oynaması mümkün değil. 4-3-1-2 ise FM'deki altı sarı ışıklı awkward futbolcu gibi oluyor ki, o "awkward" seviyesi için de orta üçlünün oldukça sağlam olması lazım. İdmanlarda 4-4-1-1 oynatan Daum sezona da büyük ihtimalle böyle girecek. Tamam, sistem bir noktada bir şey ifade etmiyor. Önemli olan futbolun temel prensipleri vs. Ama sonuçta Daum'un kürkçü dükkanına geri dönmesi pek hoşuma gitmedi. Ha, ilk geldiğinde yaptığı gibi tek defansif orta sahanın önüne 5 tane hücumcuyu koyabilirse bu lafları geri alırım, ama bu kadro yapısında o iş de zor gözüküyor.

Son husus ise transferlere dair. Şu an itibariyle Fener için yazılan isimlerden hiç biri tam anlamıyla bir sol kanat oyuncusu değil. Ön libero ve forvet arasında gidilip geliniyor. Bu noktalarda eksik olabilir, o ayrı bir konu ama bence Fener'in iki sezondur en büyük sıkıntısı sol kanat. Carlos-Uğur-Vederson üçlüsünün bu kanadı taşımaya güçlerinin yetmediği ortada. Üstelik bir tanesi sakatlandığı anda değişiklik yapacak adam dahi kalmıyor. Emre o bölgeye kaydırıldığında ise tam anlamıyla verimli olamıyor. Vargas ismi beni çok heyecanlandırmıştı ama ses soluk çıkmadı. Umarım gizliden gizliye bir şeyler yürüyordur. Umarım çok iyi bir sol kanat oyuncusu alınır ve biz de biraz daha rahat maç izleriz.

Eğer yukarıda yazdığım sorunlardan bazıları gerçekleşir ise, 5. haftadan itibaren Daum'un "Kadrom yetersiz" ağlayışlarına hazır olun. Ondan sonra Sabah aynı manşeti bir daha atar mı, o zaman görürüz...



Temmuz 11, 2009

İlk kez...

Son bir kaç haftadır hayatımda hiç olmadığı kadar "ilk"i bir arada yaşadım. Bunlardan bir demet:
- 5 yaşımdan bu yana ilk kez "öğrenci" değilim artık.
- İlk kez ev tuttum, ilk kez kiracı oldum, ilk kez bir evsahibim var ve dakka bir gol bir daha ilk gün, evsahibi ev ile ilgili aradı. Hayırlı bir iş içinmiş çok şükür.
- Bu arada ilk kez Ankara dışında bir şehre "taşındım".
- İlk kez senet imzaladım. Emlakçının komisyonunu gelecek ay ödeyeceğiz. Senede bağladı çakal. Bolca kıymetli evrak hukuku geyiği yaptım, kimse anlamadı. "Biliyormusun abi, bunun üzerindeki senet kelimesi olmazsa bu geçersiz oluyor." "Emre mi, eksek emre mi yapalım?"
- Tabii ilk kez kira söleşmesi de imzalamış oldum. o 2.5 sayfalık metnin içinden 5 tane ders çıkıyor, imzalarken bunu düşündüm.
- İlk kez İstanbul trafiğine "takıldım". Varan Turizm müthiş bir kararla, çalışma altındaki 2. köprüden geçmeye karar verdi. Üstüne bir de gişelere gelirken kaza olunca 350 metreyi tam 1.5 saatte aldık. Vira bismillah...
- İl kez Datça bu kadar boş. Bizim neslin tamamı ya çalışıyor ya da staj, master vs. derdinde. İlk kez artık iki ay boyunca tatil yapamayacağımın farkına vardım.
Durun devamı da gelecek...

Temmuz 09, 2009

7 Kime Kısmet?

Hatırlayacaksınız, Bülent Uygun "Evet biz 5 yeriz, 7 yeriz ama 6 yemeyiz. Belki 7 yeriz, 9 yeriz ama 8 yemeyiz." demişti kadrosunun Avrupa için yeterli olduğundan bahsederken. Sivasspor hazırlık kampında Heerenveen ile yaptığı maçı 5-0 kaybetmiş.

Şahsen Sivasspor'un kesinlikle ilk iki içinde yer almasını istemiyordum Süper Lig'de. Şampiyonlar Ligi'nde Sivasspor'un işi ne yani.

Bakalım 7 kime kısmet olacak, hayırlısı..

Haziran 08, 2009

Facebook'un suyunu çıkartmak

Şimdi Facebook şöyledir, böyledir diye lafa girmeyeceğim. Komplo teorilerinden tutun da, Facebook'un sosyolojik etkilerine kadar bir yığın şey yazılabilir. Bence o kadar büyültülcek bir şey olmadığı gibi, göz ardı edilecek bir şey de değil. Her icat gibi, hangi amaçla, nasıl kullandığınıza bakıyor. Çok işe yaradığını, gerçekten hayata artı bir değer kattığını da gördüm, seviyesizliğin dibine vurduğunu da... Bu yazının konusunu ise, beni son dönemlerde fazlası ile ifrit eden ve gün be gün artan bu seviyesizlik ve suyunu çıkartma hareketleri oluşturuyor. Buyrun 1. maddemize:

1) Kılım döndü statüs'leri: İnsanoğlu herhalde tunç devrinden beri ilgi çekmek için uğraşır. Bugüne kadar hayatınızda, büyük ölçüde de ergenlikte, etrafınızda ya da kendinizde sayısız ilgi çekme atraksiyonu görmüşsünüzdür/yapmışsınızdır. Normaldir, anlarım, insan psikolojisi cart curt..Ama bir yaştan sonra bitmesi gerekmez mi? Ya da bunu sanal aleme taşımanın yararı ne? Ya siz manyak mısınız? Bana ne sizin kafanız mı ağrıyor, gözünüz mü çıktı? Daha bugün 30'lu yaşlarına yaklaşmış bir kişinin statüsü: ".... has a headache"..Eeee yani.. Ya da bilmemneremde, bilmem ne çıktı statüsleri..Baba, kolun kırılır halı saha turnuvasını kaçırırsın. Evde kös kös otururken "Selami kolunu kırdığı için halı saha turnuvasını kaçırmaktan dolayı çok üzgün :((" diye yazarsın, anlarım. Bana ne senin kafandan? Geçmiş olsun dememi mi bekliyorsun? Peki, geçmiş olsun.

2) Seri ilan notification'lar: Şimdi biliyorsunuz, "notification" denilen bir hadise var. Sağ alt köşede her girdiğinizde büyük ihtimalle görüyorsunuzdur. Ben ortalama olarak günde bir kere Facebook'a giren bir insanım, haliyle fazla birikme olmuyor. Ancak buna rağmen, her girdiğimde en az beş tane, saçma bir yarışmaya davet, saçma bir eklentinin reklamı, saçma testler hakkında bildirimler vs. Ya bi bırakın peşimi, nesiniz ya. Katılmayacam vampirler zımbırtısına..Tamam mı?

3)Freudyen testler: Yorumsuz sunuyorum. "Hangi noktalama işaretisiniz?" "Hangi soulgem'siniz?" "Hangi [höttörö] karakterisiniz?" "Hangi dizisiniz?" Şimdi de ben soruyorum: Ya, siz manyak mısınız? Ben niye bir Aşk-ı Memnu karakteri olmak isteyeyim ya..Ben, benim. Kendimi, şehirler, noktalama işaretleri vs. üzerinden tanımlamaya ihtiyacım yok. Siz de gidin daha iyi bir iş bulun kendinize.

4) Facebook'u hayatın aynası sananlar: Şimdi şöyle bir insan grubu var. Genelde de kız oluyorlar ya neyse. Bu grup, çoğunlukla sevgililerinin profil, fotoğraf vs. lerini ilişkileri üzerinden tanımlamalarını isterler. Mesela illa ki profil fotoğrafında ikisinin resmi olacak. Mutlaka, i"n a relationship" bilmem ne olacak, mutlaka eski sevgililerin de gözüktüğü fotolar kaldırılacak. 1984'de Okyanusya'da yaşıyoruz ya. Kardeşim, Facebook hayatın aynası, sizin ne, kim, nasıl olduğunuzu gösteren bir araç değil. Bırakın insanlar nasıl istiyorlarsa öyle düzenlesinler. O orada yazınca sizin ilişkiniz resmileşmiyor, ya da artık in a relationship yazmayınca, siz ayrılmış sayılmıyorsunuz. Sakin ol. Tamam? Geçti...

5) Şimdilik son ama devam edecek, merak etmeyin. Veeeeeee "Obama bugün tuvalete çıkamamış" grupları: Ne diyeyim bilemiyorum ki? İşte şu an bana davet olarak gönderilmiş bazı naçizane gruplarımız:
Yeniköy Emek Kafe Kapatılamaz

Meltem Taşkan'ı Powerturk Popstar Yarışmasında Destekleyenler

Bu Gruptan AKP'ye Oy Çıkmaz ---> Seçime Kadar Tüm Arkadaş Listeni Davet Et



Allah cezanızı verecek de, du bakalım...

Mrsic....Damir Mrsic...



Geçen sene sütten ağzı yanan Efes Pilsen bu sene yoğurdu üfleyerek yedi. Kendi sahasında olacak ilk iki maçı Abdi İpekçi'den Ayhan Şahenk'e taşıdı, Fenerlilerin alabileceği bilet sayısını 600'le sınırladı ve o 600 bilete de fahiş fiyat etiketi koydu. Sonuç: Fenerbahçe 2-0 önde ve serideki gelecek iki maç Fenerbahçe'nin sahasında 15.000 Fenerli önünde oynanacak.

Basketbol uzmanı değilim, hatta bazen bazı faullerin bile nasıl olduğunu anlamıyorum. Ancak, bütün sezon sadece iki kez yenilen Efes'in, bir haftada iki kez yenilmesi, üstelik rakibi Fenerbahçe'den belki biraz daha iyi bir kadrosu olmasına rağmen bunu yaşaması, sadece şans ya da Damir'in müthiş son saniye üçlüğü ile açıklanabilecek bir şey değil. Bu, bir takımda oynamak ile o takımın taraftarı olmak arasındaki farktan doğan bir sonuç. Başta Ömer Onan olmak üzere, Semih, Oğuz, Mirsad gibi oyuncuların hepsi gerçekten "Fenerbahçeli." Bir noktada iş profesyonellikten, amatör ruha, lise basketboluna dönüyor. Bence Fenerbahçe'yi iki sezondur Efes önünde zafere ulaştıran ve bu sezon da büyük ihtimalle ulaştıracak şey bu. Futbol takımında göremediğim özveri, mücadele ve hırsı, basket takımında fazlasıyla görüyorum ki, bu seriyi şu noktadan sonra verseler bile açıkçası çok umurumda değil. Dün akşam uzun süre sonra sahada savaşan bir Fenerbahçe takımı gördüm. Bu da bana yetti.

Bir de Damir Mrsic bence şu an ligde oynayan en özel oyuncu. Evet yaşlandı, evet artık Euroleague'i hiç kaldıramıyor, evet bazen çok kötü hatalar yapıyor. Ancak nasıl ki futbolda bir Rapaiç'in özel bir yeri vardır, basketbolda da İbrahim Kutluay'la birlikte, bu takımda gördüğüm en özel adam o. Tecrübesi, karizması ve basketbol bilgisi ile, her takıma lazım olan, bence büyük bir yıldız. Dün yine attı ve inanın başka biri atsaydı, bu kadar sevinirmiydim bilmiyorum.

Bir soru daha. Efes ile Fener arasında ciddi sürtüşmeler yaşanmaya başladı. Salon meselesi, bilet fiyatları, Tanyeviç'in açıklamaları derken, dünkü maçtan sonra da Ali Koç ile tribündeki bazı Efes'liler (!) arasında arbade çıktı. Sahada da her şey yolunda değil, her maç ufaktan bir sürtüşme mutlaka yaşanıyor. Merak ediyorum, Efes ile Fenerbahçe arasında doğacak (ya da doğan) bir ezeli rekabet, aynı zamanda bir müessese olan ve müşteri portfoyünde ciddi sayıda Fenerli bulunan Efes'i nasıl etkiler. Acaba Tuncay Özilhan Fener taraftarını karşısına almayı ister mi? Not olarak düşeyim: antu.com seri başlamadan önce "Bunun Tuborg'u da var." diyerek sopayı gösterdi Efes yöneticilerine.


Haziran 04, 2009

Ekonomik Kriz ve Paralel Evrende Olanlar

Ekonomik krizin göbeğinde duruyoruz. Kriz etkisini en sert hissettirdiği, manşetlere yerleştiği Meryll Lynch iflasından sonra 2009'un son çeyreğinde toparlanma olacak diyorlardı. Şimdi 2010 ilk çeyrek falan deniyor. IMF olmadan da Türkiye iyi olur falan da deniyor, ve hatta biz bunun için prova bile yapmışız. BDDK bize koymaz IMF ile anlaşamazsak falan diyor. Bunu diyen kurumun ülkesinin başbakanı da teğet geçer dedi. BDDK'ya ne kadar güvenirsiniz ben bilemem -bağımsız idari otorite falan ama nereye kadar bağımsız-.

Asıl kriz konusuna gelirsek. Uzun zamandır, yani yaklaşık bir yirmi senedir falan ABD'de bir deregülasyon süreci vardı. Aslında kapitalizmin en son noktasıydı bu, globalleşme ile beraber küçülen devletin gitgide daha da fazla her işten elini ayağını çekmesi -en son olacak şey olan özel güvenlik bunun en sert örneği sanırım-. Banka ve finans piyasalarından uzaklaşması devletin bu süreci beraberinde getirdi. Şimdi yeniden alenen bir regülasyon sürecine girildi. G8de ezeli düşman ebedi rakip Almanya ve Fransa'nın beraber gel beraber Amerika'yla bir olalım bir regülasyon yapalım demeleri bunun en net örneği. Şimdi devlet küçükken dahi kontrolü elinde tutmak, suyun başındaki küçük tek taş olmak istediğini -ve hatta zorunda olduğunu söyledi-.

Şimdi paralel evrene, biraz daha anladığım bir alana geçersek..
Bu biraz hukuki olacak, okuyanı umarım baymaz.Biraz önce google reader'ımda gördüğüm bir habere göre Avustralya'da franchise sözleşmeleri eğer standart form sözleşme şeklinde yapılırsa, franchise alanın tüketici sayılıp sayılmaması konuşuluyor. Bir yandan bakınca bu zaten hukukta yeni trend olan zayıfın korunması mantığının devamı. Tüketicinin korunması hakkındaki düzenlemelerin temel hareket noktası, tüketicinin pazarlık şansının çok kuvvetli olmaması. Yani bir mal satın alırken onunla ilgili ayrıntılı olarak pazarlık yapma şansınız yok tüketici olarak. Mesela garanti süresi 2 yılsa, 2 yıldır. Siz bir bakkala gidip aldığınız mala "ben buna daha çok para vereyim ama bunun garantisi 2 yıl olsun" diyemezsiniz. Bu nedenle sizin yerinize bunu kanun diyor. Ama ticari ilişkilerde bu böyle yürümez çünkü sonsuz pazarlık şansınız olduğu kabul edilir. Standart form sözleşme kullanılması bunun aksi olduğunu ortaya koyar.

Bunun ekonomik krizle alakası ne? Benim garip mantık zincirim içerisinde şöyle yerleşti;
Devlet bundan 15 sene önce her şeyden elini çekmeye çalışıyordu. Şimdi her şeyden elimi çeksem de herkes benim kurallarımla oynasın diyor. Bunun bir yansıması finans piyasalarında çıkan krizden sonra finans piyasalarını regüle etme çabası, diğer bir yandan bununla aynı doğrultuda ticari ilişkileri dahi kontrol etme çabası. Enteresan bir dönem oluyor, çağ çok net değişiyor gözlerimiz önünde. Hissettirmeden kontrol altında tutma dönemine geliyoruz galiba. Devlet küçülürken sınırları dar çizilmiş bir alanda tacirlerin, finansçıların falan takılması hedefleniyor sanırım.

*Resim ne alaka demeyin Fringe'le başlığın alakası var, izleyecek olanlara spoiler olmasın diyordum ki artık oldu bile.:D

Mayıs 19, 2009

İ.ne Hakem

Uluslararası Özel Hukuk ya da Türk Hukuk Tarihi çalışmak, zaman zaman insanı derin düşüncelere sevk ediyor. Yoğun zamanlarda, koşuşturma içerisinde ya da bir şeyleri belirli zamanlara yetiştirmeye çalışırken fark edemediğiniz bazı noktaları ders çalışırken yaşadığınız sıkıntı içerisinde idrak edebiliyorsunuz. Son bir kaç gündür fazlasıyla boşladığım ve bundan dolayı çok büyük üzüntü duyduğum üç şey farkettim hayatımda: Yurtdışındaki arkadaşlarımla olan yazışmalarım, düzenli spor ve bu blog. (Tesadüfdür ki, son iki tanesini BEN ile yapıyoruz[duk]). Karar vermek yapmanın yarısıdır prensibinden hareketle, ben de Ankara VIP Life'daki görevim sona erdiğinden, en azından düzenli olarak oraya harcadığım vakti, artık bu bloga harcamaya karar verdim. Yapabilir miyim? Bilmiyorum, göreceğiz. En azından karar verdim. Zira zaman çok çabuk geçiyor.

Neyse, biz konumuza dönelim. Şimdi bir kaç gündür yazılı-görsel basının kenarında köşesinde süregelen bir hadise var. Galiba spor servisleri bu tarz olaylara pek alışkın olmadıklarından meseleye nasıl yaklaşacaklarına pek karar veremediler ve mevzu hakettiğinden daha az yer buldu kendine. Maskülen futbol camiasında genellikle bıyıkaltı gülümsemeler ile geçiştirilen, ancak altında çok ciddi sosyal ve hukuksal meseleler barındıran yepyeni bir tartışma konumuz var: Eşcinsel hakem.

Şimdi hikaye şu. Bu hakem kardeşimiz (kardeş ayağı, göt ayağı esprisini şimdi yapmazsam, bir daha hiç yapamam), pembe tezkere denilen tezkereye sahip. Yani askerliğini bir ay süre ile yapıp terhis oluyor. Büyük ihtimalle de hakemliğe askerlik işlemlerinden çok önce başlıyor. Yani aslında faal hakem. İddiasına göre, kendisi eşcinsel olduğu için (ve artık tescilli olduğu için) Futbol Federasyonu tarafından artık maçlara atanmıyor. Futbol Federasyonu ise fiziksel kusuru olanların maçlara atanmayacağını belirten hükme dayanarak, artık bu arkadaşı maçlara atamayacağını alanen ilan ediyor, yani üstü kapalı bir biçimde "eşcinsellik" iddiasını da, eşcinselliği fiziksel bir kusur olarak kabul ederek itiraf etmiş oluyor. Yani tartışmanın özü şu: Eşcinsel bir kişi futbol hakemi olabilir mi?

Pozitif hukuk yönünden aslında pek bir engel olduğunu sanmıyorum. Zira Federasyon bile fiziksel kusur olgusuna dayanıyor. Eşcinsellik fiziksel bir kusur mudur? Sanmıyorum. Üstelik efemine hareketler sergilemeyen bir kişinin eçcinsel olduğunu anlamak dahi zor. Ahmet Çakar'ın programında suratı mozaikleşmiş bir şekilde gördüğüm arkadaş da hiç efemine değildi. Mesele daha çok işin sosyal boyutunda, futbolcu ve taraftar tepkilerinde.

Bu konu hakkında bir tanesi tabii ki Erman Toroğlu'ndan olmak üzere iki şahane yorum okudum. Erman Hoca'ya göre eşcinsel hakem olursa, yakışıklı futbolcuların kendilerini yere atarak penaltı kazanma şansları yükselirmiş. İlk başta saçma geliyor. Ancak daha sonra kendimi 21 yaş altı bayan futbol takımları arasındaki bir maçta hakem olarak hayal ettim. Hollanda ile diyelim ki Tunus arasında oynanan bu maçta, Hollanda'nın 21 yaşındaki sarışın, mavi gözlü, 1.78 boyundaki, çevik forveti ceza sahası içerisinde yere düştüğü ve hemen size dönüp ter içindeki bebek yüzlü suratı ile penaltı beklentisi ile baktığı zaman, o bebek yüzlü penaltı beklentisini reddetmek , Tunus'lu forvetin beklentisine nazaran ne kadar zor ise; eşcinsel bir hakem için de sözün gelimi bir Holosko'yu reddetmek Guiza'ya nazaran o kadar zor olabilir. Yani, bizim eşcinsel arkadaşın yönettiği maçlarda Guiza'nın penaltı kazanması biraz zor.

İkinci yorum ise şu an maalesef adını hatırlayamadığım yine bir hakem eskisinden geldi. Hakem eskisi, gayet isabetli olarak, tribünlerden yükselen malum tezahürata dikkat çekti. Bu arkadaşın yönettiği maçlarda "İ.ne hakem" tezahüratı, artık bir hakaret olmaktan çıkabilir. Olsa olsa argo olur. İş Can Yücel'in "Hakim Bey, bizim orada göte göt denir." meselesine dönebilir, ki o zaman da kim ne diyecek. Adamın pembe tezkeresi var.

Futbolcuların da duruma pek sıcak bakacaklarını sanmıyorum. Düşünün Sivas-Konya maçı ve bu arkadaş bu maça atandı. Konya'ya ya da Sivas'a nasıl geleceğini mi düşünürsünüz, Bülent Uygun ya da Mehmet Yıldız'ın bu hakeme ne laflar edeceğini ve hatta ne hareketler yapacaklarını mı düşünürsünüz, tribünlerden yükselen tezahüratları mı düşünürsünüz? Ben biraz düşündüm ve hiç iyi neticelere varmadım. Düşünsenize haber şu: "Mehmet Yıldız, maçtan sonra tünelde, penaltısını vermeyen eşcinsel hakeme pandik atmaktan dolayı üç maç ceza aldı."

Hukuken değil, ama sosyolojik olarak ben bu arkadaşın maç yönetmesini pek uygun görmüyorum. Ha, bence İtalya'da, Danimarka'da, ya da başka müsait bir Avrupa ülkesinde istediği maçı yönetsin. Ama bence biz henüz böyle tartışmalara hazır değiliz. Sahada hakemleri çok dövdük, bir de tecavüz vakaları ile uğraşmayalım. BEN'e sorarsanız, o eşcinsel hakemin yönettiği maçı bile izlemez. O derece...

Not: Bu yazı resimsiz oldu, zira ne kadar uyarı koyarsam koyayım, bu konudaki bir yazıda kullanacağım bir hakem resmi yasal olarak ciddi sorumluluklar yükleyebilirdi. Resimsiz olmasını tercih ettim o nedenle.. Ve evet, bu aralar ders çalışıyorum..


Mart 01, 2009

Tarihin Arka Odası ve "Foreign" Kelimeler.

Şimdi her şeyden önce, ben Türkçeyi 27 harfle konuşan bir insanım. Deminden beri Habertürk'te Tarihin Arka Odası diye bir programa bakıyorum. Programda da Murat Bardakçı, Pelin Batu ve adını bilmediğim bir kişi daha var. Zaten Pelin Batu (PB) ve Murat Bardakçı (MB) haricindekiler önem taşımıyorlar.


İkincil olarak öncelik sıralamasında yerimiz PB'nin. Şimdi ben çok uzun zamandır bu kızcağızımızdan kıl kapıyorum. Bunun nedenlerini diziyorum aşağıya;
  • Ağzında bir şey varmış gibi konuşuyor. (Ben de harf özürlüyüm, ama bununkisi beni rahatsız ediyor.)
  • Konuşurken kaşlarıyla yaptığı bir hareket var, inanılmaz rahatsız edici.

Fiziksel olanlar böyle. Sonra zihinsel olanlar geliyor. MB bu akşam beni o açıdan çok tatmin etti, PB'nin lafını 4 defa ağzına tıktı, "O öyle değil" diyerek. Daha sonra, programı izlemeye verdiğim aradan sonra, PB'nin konuşmasına sıkıştırdığı "foreign" kelimeleri düzeltti MB üst üste, özellikle Babylon'a takıldı. O iki dakika içerisinde ard arda ayarları bastı, en sonunda PB konuşmaktan çekinme aşamasına kadar geldi.

Şunu açık olarak söylemek gerekirse, ben de bazı insanlarla konuşurken "foreign" kelimeler sıkıştırıyorum bazen araya. İlk olarak bunun benim açımdan şahsi nedeni, etrafımdaki insanlara karşı hissettiğim samimiyet, ikinci olarak özensizliğim, üçüncü olarak da yetersizliğim. Ama televizyona çıktığınız zaman karşınızdaki, yanınızdaki insanlara karşı ne kadar samimi duygular içerisinde olursanız olun, tanımadığınız muhtemel 70 milyonun önünde olmak dolayısıyla dikkatli olmak zorundasınız bence. Bu özeni göstermemesi de benim PB'nin kendisinden kıl kapmama neden oluyor.

Ha, PB bunu önemsiyor mu? Hayır. Olsun.Bu arada tam yazmayı tamamlamıştım ki, Fatih Altaylı stüdyoya daldı, MB ona mikrofon ve sandalye getirdi, oturdular. Çok enteresan bir görüntü oldu, sanki Murat Bardakçının mutfağında oturuyorlar da Fatih Altaylı kahvaltıya gelmiş elinde gazetelerle. MB de ona sandalye falan getirdi. Çok enteresan. HaberTürk gazetesi de kuşe kağıda basılıymış, gazetenin en çok övülen yanı bu oldu 5 dakikada. Enteresan.

Ocak 29, 2009

Akbaba

Bu iğrenç yoğunluk sonrasında insan kolay kolay kendini kaptırdığı şeylerden soyutlayamıyor. Bu aralar okul, yarışma ikilisi arasında pert olmuş vaziyetteyim. Yavaş yavaş bu havadan çıkacağım ama bu gerçekleşmeden uzun zamandır yazmak istediğim bir şeyi yazayım.

Biz fakültedeki geçirdiğimiz süre boyunca her şeyi sınıflandırma eğilimi içerisinde oluyoruz. Yani A kavramı kendi içerisinde B, C v D kavramlarından oluşur. Tabi bunların her biri de kendi içlerinde 3’e 4’e ayrılır. Ben kendi yaptığım tasnif içerisinde Avukatlığı 3’e ayırmayı uygun buluyorum. Dava öncesi, dava ve dava sonrası avukatlığı olarak. vulture4Sondan başlarsak, dava sonrası avukatlığı kimsenin sevmediği insan olan (sanırım genel olarak avukatları kimse sevmiyor ama) icra avukatlarından teşekkül etmekte. Bu insanlar her şey bittikten sonra gidip sizin evinizden buzdolabınızı, borcunuzun ve malvarlığınızın genişliğine göre uçağınızı alan insanlar. Ben kendi tasnifim içerisinde bu insanları akbabalara benzetiyorum. Bunun nedeni de savaş sonrası her şey bittikten sonra, karnını doyurmayı isteyen akbabaların savaş alanı üzerinden insan bedenlerinden beslenmesine benzetiyorum bu süreci. Bu pek tabii ki doğal seleksiyon içerisinde olması gereken bir şey. Birileri ölecek, birileri onları yiyecek. Bu söylediklerim asla akbabaların yaptığı işi küçümsemek değil, nitekim ölüyü bulmak, herkesten önce bulmak, neresini yiyebileceğini belirlemek zor iştir. Tıpkı icradaki borçlunun bulunması, uygun tebligat yapılması, diğer alacaklılar alamadan kendi alacağınızı almayı sağlamak gibi.

Warrior_1.preview İkinci aşamayı ise dava avukatlığı oluşturuyor bence. Dava avukatları dilekçe yazıp, dava açan, temel dayanaklarını oluşturarak iş yapan insanlar. Diğer avukatlardan daha iyi dertlerini anlatması gereken, karşısındakini etkilemekte başarılı insanlar olmaları gerekiyor. Bu sınıf da doğrudan cephede göğüs göğüse çarpışan insanları andırıyorlar bana.

WPS_EpauletChiefÜçüncü aşamayı ise dava öncesi avukatlık oluşturuyor. Dava öncesi avukatları, müvekkillerinin başlarına gelebilecek hukuki meseleleri öngörüp onlar gerçekleşmeden tedbir almayı hedefleyen insanlar. Buna göre, müvekkillerinin muhtemel hasımlarının muhtemel husumet doğduktan sonra içerisinde bulunabilecekleri muhtemel davranışları tahmin edip, müvekkil aleyhine netice verebilecek davranışların gerçekleştirilmesini engelleyip hasmın vekilin istediği yönde hareket etmesini sağlamayı hedeflerler. Bu tanımı biraz önce ben uydurdum. Ama tanım içerisindeki her muhtemel kelimesi işi bir kademe daha zorlaştırıyor. Çünkü her birinde olasılık artıyor. Olay hukukçuluktan çıkıp risk analistliğine dönüyor. Savaş benzetmesi kapsamında da dava öncesi avukatları ordu yöneten generallere benzetiyorum. Nitekim savaş alanında da nereden saldırı gelebileceğini tahmin ederek askerleri ona göre konuşlandırmak ve en verimli noktada pozisyon almak harita başındaki komutanlar tarafından yapılmakta. Dava öncesinde tahminlerde bulunabilmek için her alan hakkında, bütün riskler hakkında fikir sahibi olmayı gerektiriyor. Bu gereklilik uzmanlaşma ihtimalini bir nebze ortadan kaldırıyor. Düşünsenize, bir yandan “ben sadece lojistikten anlarım” derken, öbür yandan “ama adamların topları bizim mevzilerimizi deler” diyemezsiniz.

Tabii şu bir gerçek ki komutan olabilmek için önce asker olmak gerekiyor. Ama bu avukatlık konusunda ne kadar doğru onu bilmiyorum, buradan tartışma çok gezen mi çok bilir yoksa çok okuyan mı tartışmasına gider, ki bunun içinden an itibariyle çıkabilmem mümkün değil. Ama netice itibariyle verimli bir hukuki yardım sürecinde bunların herbirinin bulunması elzem (işte bu noktada gördüğünüz R’ye takmış bir insan). vitesBana sadece üçüncü aşamada bulunmak daha keyifli görünüyor. Sanırım benzetmelerden de bu anlaşılabiliyor.

Not: Aksi pencereden bakılırsa da ilk Aşama – Cerrah, ikinci aşama – iç hastalıkları uzmanı, üçüncü aşama – pratisyen hekimliği andırıyor. Nereden baktığınızla alakalı yani olaya.

Bürokrasi

bureaucracy1 Mart ayı sonunda ve nisan ayı başında birer defa yurtdışına gitmemiz gerekiyor. Bunu Türkiye Barolar Birliği, Ankara Barosu ve Ankara Üniversitesinin sağladığı kaynaklarla gerçekleştireceğiz. Okuyan olursa oralardan bir yerde kendilerine teşekkür ederiz ama bu bürokrasi denen şey iğrenç bir şey. Sırf bu saçma kavram dolayısıyla mart sonunda Almanya'ya gidip geri gelip, 2 gün Türkiye'de kalıp Avusturya'ya gideceğiz. Arada sadece 2 gün Türkiye'de kalacağız. Dünya'nın en saçma şeylerinden biri, bunu bize okul zorunlu kılıyor ve bu hamlesiyle kendisine 150*8 Euro para geçirmiş oluyor. Ama bürokrasi laf dinlemez, anlatamadık.

Ocak 17, 2009

Yazacak bir şey bulamamak

Bir zamanlar ekşi sözlük'te oldukça popüler bir başlıktı. Sözlük'e her gün en az beş entry döşemeyi alışkanlık haline getirmiş kitlenin, gün gelip de yazacak bir şey bulamadığında girdiği ruh hallerini anlatıyordu. Çok şükür, 8. nesil "yeşilcik" yazarlar, "Mini etekli kızlara tecavüz mubahtır" gibi başlıkları ile bu boşluğu fazlası ile dolduruyorlar. Her daim "ayar" verilecek bir kısım bekliyor orada.

Burada ise gördüğünüz üzere baya bir süredir hareket yok. Galiba büyük ölçüde İ. Melih hakkındaki öngörülerimizin tamamen tersine çıkmasından kaynaklanıyor. Ben hala Erdoğan'ın mecbur kaldığını düşünüyorum ama, neyse...Girmeyelim bu mevzulara şimdi.

Aslında uzun süredir buranın sessiz kalmasının iki sebebi var: 1) Paradoksal bir şekilde yazılacak oldukça fazla şey olması. Savaş, kriz, doğalgaz faciaları, ergenekon, Kaka'ya verilen servet gibi oldukça zengin başlıklar var önümüzde..Galiba hepsinin hakkını ermek gerekiyor.
2) Bu başlıkların hakkını verecek zamanın olmaması. Aralık-Ocak dönemi, BEN ve benim için [:))] kabus gibi geçtiğinden, galiba ne halimiz ne de vaktimiz kalıyor. Artık biraz daha rahatladık sayılır..Söz size, daha fazla boş bırakmayacağız buraları...

Şimdi gelelim şu Ergenekon meselesine....