Aralık 27, 2008

Bahşiş


Bir insanın simitçiye 100 YTL bahşiş vermesi için kaç lirasının olması gerekir?

Aralık 26, 2008

İ.


BEN aşağıda yazmış aslında birazını. Ben devamını getireyim. Kılıçdaroğlu ile yaptığı tartışmanın hemen akabinde evdekilere de söyledim. Eğer İ. Melih hakkında kopan bunca kıyametin arkasında Tayyip yoksa, bütün Troya kafama yıkılsın.

İ. Melih, 15 senedir belediye başkanı. Bu süre zarfında sadece Emin Çölaşan bin tane yazı yazdı bu adam hakkında. Hangisi, Çölaşan'ın kendi gazetesi Hürriyet'te bile manşet oldu? Hele de AKP iktidar olduğundan beri İ.Melih ile ilgili her şey Ankara eklerinin kenarında köşesindeydi. Yazıyor muyuz hocam, yazıyoruz. Yersen.


Derken birden bire, İ. Melih hakkındaki iddialar baş sayfalara taşınmaya, haberlerde kullanılan sıfatlar da sertleşmeye başladı. Herkes kördü, sağırdı, sanatın içine s.çan İ. Melih'i çok kibar bir belediye başkanı sanıyordu da, sanki Kılıçdaroğlu ile kavga edince anladılar neyin ne olduğunu. Geçen sene Emin Çölaşan'la yaptığı açık oturumda da çok farklı değildi. O zaman bu kıyamet niye kopmadı?

Bütün bu kampanyanın organizatörü bence Tayyip. Kendisi İ. Melih'in yeniden başkan olmasını istemiyor. Medyaya şimdi yansıyan kamuoyu araştırmasından kendisinin haberi vardı çok önceden tabii ki. Ve daha neler kim bilir? Ayrıca geçen seçim sırasını beklemesi söylenilen Keçiören Belediye Başkanı'na da verilen bir söz var. Tayyip verdiği sözü tutmak zorunda, yoksa tabandaki imajı çizilir. Fakat, aday gösterilse büyük ihtimalle kazanacak bir adamı durduk yere almak da olmayacak. O nedenle şu an, İ. Melih, Kılıçdaroğlu'na yem ediliyor. Talimat verilen medya da, işin üzerine atladı tabii. İ. Melih şöyle de, İ. Melih böyle. 15 sene sonra akılları başlarına geldi. Yakında bir iki dosya daha patlar ve AKP de "kirlenen" belediye başkanını çizerek, haneye bir skor daha yazar. Hem de gittikçe güçlenen bir dertten kurtulur. Keçiörenli amcaya verilen söz de tutulur ve partideki biat kültürünün önemi daha bir anlaşılır.

CHP de, kediye verilen balık kafası gibi, İ. Melih üzerinden biraz karnını doyurur. Baykal başta olduğu müddetçe CHP'nin adam olma şansı olmadığından, Karayalçın ile ilgili de bin tane iddia servise hazır fırında bekletildiğinden, oradan da iş sağlam. Biz de olanı biteni izliyoruz futbol maçı gibi. Heyecanla. Merakla.

İyi seyirler Türkiye..Uyuyakalırsan biri üstünü örter merak etme.

Aralık 24, 2008

Zaman, Geçen Zaman ve Ben

Aslında blogdan kovulmuş olmayı bekliyordum. Yaklaşık bir aydır satır yazmayınca ve hala da başlık işini halletmeyince, dedim ki kesin ONS benim yetkilerimi silmiştir. Neyse, biraz daha kredim varmış demek ki...

Bu postta biraz dertleşeyim istiyorum. Ki okuyanlar da neden yazamadığımı anlasınlar bir süredir. Aslında mazeret değil ama..Neyse.

Şimdi efenim, bildiğiniz gibi BENbeyefendi ile bendeniz bir yarışmaya hazırlanmaktayız. Viyana'da Nisan ayında gerçekleşecek bu yarışma için gerekli dava dosyaları üzerinde çalışıyoruz. Bir taraftan da dersler filan var tabii. Özel hayat filan derken, biraz yoğun bir dönem geçirdik. İşte bu son dönemde kendi hayatımla ilgili bir şey farkettim ve sanki bir anda kendini yaşlanmış vaziyette bulan 50 yaş erkekleri gibi oldum: Yahu zaman geçiyor ve ben yorulmuşum.

Diyeceksiniz ki, "Hadi oradan, daha yaşın ne, başın ne?" Aslında haklısınız ama bakın iş öyle değil. Önce ÖSS vardı, gebertici bir seneden sonra üniversiteye başladım ve hoooop kendimi Atölye Oyuncuları'nda buluverdim. Lisedeki tiyatro hayatının devamı geldi hemen yani. Atölye Oyuncuları'nda geçirdiğim sene şimdi dönip bakınca güllük gülistanlık geliyor. Ama tabii, o dönemde bardakların havada uçuştuğu kavgalar, Mahzen'de yapılan sayısız temizlik, turneler filan yorucuydu. Sonraki sene, oradan ayrılıp biraz daha zor bir iş yapmaya başladım: Kendi tiyatro ekibimi kurdum. Bütün bir ekibin, oyunun, paranın, seyircinin ağırlığını omuzlarıma aldım. Özellikle oyundan önceki son bir ay baya stresli ve yorucuydu. Sadece fiziksel değil, kafa olarak da. 19 yaşında kendi ekibine sahip olmanın verdiği gurur altında ezilip gitti bu yorgunluklar o zaman tabii, ama biraz daha biriktirdi bir şeyleri. Ve 3. sınıf. Nasıl anlatsam, nereden başlasam. Tiyatro, Moot Court, Ders, Aile ve Sevgili beşgeni içinde geçen bir yıl. Girdiğim 12 finalden ya 9 ya da 10 tanesinden kaldım desem, herhalde yeterli bir açıklama olur. Tiyatronun genişleyen ekiple ve zorlaşan oyunla (1984'ü sahneye uyarladık, bulduğumuz diğer metinleri beğenmeyince. Biz.. Ne haddimize ama değil mi? İyi oldu ya ama...) birlikte artan sorumluluğu ve stresinin üzerine Moot Court'un öldürücü deadlineları ve işlerine ek olarak, Hukuk Fakültesi'nin belki de en kazık yılı. En son, mart ayıydı galiba, Ulus'ta Affan Taner'e avazım çıktığı kadar bağırdığımı, ağzıma geleni söylediğimi haztılıyorum. Esnafın ortasında birbirimize girdik, ki beni bilen bilir, çok sakin adamımdır. O derece dolmuşum. Ailedeki trajik olaylar ve berbat sevgili durumlarını da sizlere bonus olarak veriyorum. Yaz geldiğinde galiba komadaydım, kendimi tatile nasıl attım hatırlamıyorum. Haa, bir saniye ya, tam şu an hatırladım valla. Bir de VIP Life'daki editörlük olayı başladı o zaman. Tabii..Ropörtajlar filan yapıyorduk, hırslıydık ilk başta..Vayy be.. Neyse, 4. sınıf. Moot artı okul artı dergi. Şimdi bakıyorum da, iş güç azmış ya..Gerçi 4. sınıfta da Moot'ta çok işim vardı. Neden bilmiyorum, bütün procedure bana kalmıştı. Kalmıştı da değil, üstlendim ve o öyle gitti. Eda yardım ediyordu arada. Baktık ben yapıyorum, diğerleri de yaptırıyor, Claimant'ın mesela bütün procedure'ını ben yazdım. Respondent'ta Eda da katıldı. Sonra sözlülerde iki kişi çalışmaya başladık. Ne salakmışız ya? Niye kasmışsak öyle. CISG yarışması ya. Oraya ağırlık vermiş ekip...:)))) Bak düşündükçe şaşıyorum, ne iş ya..Neyse, onu da herhalde alnımın akıyla hallettim. Ne bileyim, iyi işti. Eli yüzü düzgündü, yetişti zamanında, ne demek istediğini anlattı az çok. Falan filan, bir de dersler vardı tabii..Demem o ki, uzun uzun anlattığım her şey bu seneye kadar birikti bir yerlerde. Her kavga, her tartışma, her lanet edilesi angarya, her oyun, her kaybettiğin kişi, her başarı ya da başarısızlık, her ölüm, her acı, her endişe...Galiba hepsi birer damla bıraktı bu seneye kadar ve artık bardak ufaktan doluyor.

Baktığınızda bu sene en rahat olduğum sene. Moot'taki sorumluluğum daha az, dengeli, ekip mükemmel, derslerin sayısı az, dergi işi rutine bindi, orası da rahat, sevgili durumları düzeldi filan. Ama şimdi şunu yaşıyorum galiba. Tempo azaldı ama ben yoruldum. Hani deparı basarsınız, durunca dizlerinizde bir ağrı olur ya. Ya da alışveriş poşetlerini yüklenirsiniz, eve kadar taşırsınız, sonra onları yerleştirmek çok zor gelir, çünkü kollarınız ağrımıştır ağırlıktan, kahve kutusunu bile dolaba koymak yük olur, işte onun gibi.

Asıl sorun ise ne biliyor musunuz? Ben en çok bir şeyleri kaçırmış olmaktan korkuyorum. En yakın arkadaşlarımın çok büyük bir kısmı seneye bu günler, ona bile gerek yok Eylül'den itibaren, Ankara'da olmayacaklar. Bir çoğu ya master'a yurtdışına ya da İstanbul'a gidiyor. Sevgilim, benimle aynı ülkede bile olmayacak. Ama ben burada olacağım galiba. Bu sıkıcı şehirde, bir başına kalmak korkusunu yaşıyorum. O giden insanlarla yeterince vakit geçirmemiş olma korkusunu yaşıyorum. Arkadaşlarıma hakettikleri değeri vermemiş olma korkusu yaşıyorum. Sanki gözüm Moot'tan, tiyatrodan başka bir şey görmedi ve ben en yakınımdakilere ne olduğunu göremedim, bir de baktım ki yabancı olmuşuz gibime geliyor. En kötüsü de, o insan iki ay sonra gidecek ve benim bir daha hiç bir zaman onu yakalama fırsatım olmayacak. Ben, kimsenin gitme ihtimalini düşünmedim galiba. Ha bugün, ha yarınlar, artık yarınsız bugünlere geldiğinde; benim hala vaktimden çok yapacak işim var.

Şu blog gibi mesela. Aklımda olmasına rağmen, elimi atamadığım, bir hatırını soramadığım, iki bira için bir gecemi ayıramadığım dostlarım gibi. Son gördüğümden bu yana değişmiş, artık aynı konuları konuşmaz olmuşuz; ne onun işinden benim haberim var, ne de benim Moot'umdan onun. Şu blog gibi, derdimi anlatmaya çalışıyorum, yakalamalaya çalışıyorum; ama bazıları çoktan gitmiş oluyorlar.

İşte bu yüzden yorgun hissediyorum. Gidenlere bakmakmış meğerse en büyük yük. Şimdi onu taşıyorum. Ve işte o yüzden şimdi biraz dinlenmek istiyorum sanırım.

Ama dinlenmeye vaktim yok.

PS: Bu dertleşmeydi, bu aralar yaptığım/ilgilendiğim işlerle ilgili komik/ilginç şeyleri de yarına bırakıyorum. Resimli filan olacak onlar..Bu biraz böyle kalsın..

Aralık 19, 2008

Bir Dönemin Sonu

aziz_melih1İ.MG v. KK’den sonra bugün Türkiye’nin büyük televizyon kanallarından haberleri takip ederken bir nokta oldukça dikkat çekiciydi. Bütün haber bültenleri İ.MG aleyhine, ve onun ne kadar kötü durumda olduğunu anlatır nitelikte yayınlar yapıyordu. İ.MG v. KK’den sonra bugün haberlerde KK’nin bir başka iddiası yer buldu. Buna göre İ.MG seçimlerden önce RTE’nin nasıl zayıflatılacağı yönünde kamuoyu araştırmaları yaptırmış, ve bunun karşılığında araştırma yapan firmaya 300 küsür milyar ücret ödemiş. Bu dosya Ergenekon davası kapsamında değerlendirilmekteymiş. Önemli nokta bence İ. MG’nin artık AKP tarafından aday gösterilmesi ihtimali ortadan kalkmıştır. Bu bağlamda zaten bireysel olarak oldukça zedelenmiş bir itibara sahip olan İ.MG, artık Ankaradan ya bağımsız aday olabilecektir –ki o durumda da seçilmesi mümkün değildir- ya da aday olmayacaktır.

Aralık 18, 2008

İ.MG v. KK

Dün akşam Ankara’nın, pardon Türkiye’nin en ilginç adamını (ilginç derken lütfen yerine istediğiniz kelimeyi koyunuz), izledik televizyonda. Herkes zaten aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyor sanırım. Ben biraz daha sövmeden, objektif olarak bir değerlendirme yapmak istiyorum. Özellikle sayaç mevzuunda.

körüklü sayaç

İlk olarak vatandaş’a –kendimden biliyorum- mekanik sayaç vermişsin, elektronik sayaç vermişsin, farketmez. Bana sayaç alırken sorsalar ucuzu mu pahalısı mı diye, ilk olarak aralarındaki fark ne diye sorarım. Aralarındaki fark birinin hata yapma ihtimalinin yüksek olması diğerinin düşük olması ise, tamam dersin bir değerlendirme yapar alırsın. Ama şimdi bakınca, ikisi de hata yapıyor. O zaman neden ucuzunu almayayım. Birisi ön ödemeli, diğeri sonradan ödemeliymiş. Ön ödemeli alınca, belediye parayı peşin toplayıp faizi, ıvırı zıvırı toplayıp gelecek. Biz hayırsever milletiz, severiz belediyemizi kalkındırmayı. Çünkü kalkındıralım ki, belediye yanlış tahsil ettiği parayı yalnızca mahkeme kararıyla geri versin. Ha tabi vatandaş elektronik saat alırken, “baba bak burda da bunun mekaniği var istersen bunu alabilirsin” denmemiş. O zamanlar böyle bir teknoloji yoktu sanırım(!).

Şimdi İ.MG diyor ki, vatandaş gelsin, isterse ben onlara mekanik saat satarım. Elinde elektronik saat olan   ankaralı gidip bir tane daha saat alacak ki, gitsin üstüne otursun. Başka bir işe yaramaz çünkü. Ha bir de bunun yan getirileri var belediyeye, takmak için de para isterler bunlar. A, gerçi pardon, EPDK onun haksız olduğuna hükmetmişti zaten. Bu arada İ.MG, İngilteredeki 18 milyon doğalgaz saati sahibinden sadece 2 milyonunun ön ödemeli saat sahibi olduğu verisini kabul etmiyor.önödemeli

İ.MG, konuşma dakikaları hesaplandığında KK’ye fark atmış, yaklaşık 2 katı kadar konuşmuş. Burada yaptığı savunma şu oldu, KK’nin Arena’da yaptığı konuşmaları da eklemek gerektiğini söyledi, ama Ses TV’de kendi yaptığı konuşmaları saymıyor.

Eksisozluk’te yazarını hatırlamadığım bir entry beni yardı. Orada, İ.MG’ye tek rakibin Ahmet Çakar olduğu söylenmiş. İnanılmaz güldüm buna, Ahmet Çakar’ı Ankara vatandaşı yapma şansımız  yok mu?

Aralık 14, 2008

Ben mi Kurtarayım?

Tabi ki Casillas kurtaracak. Hissettim kurtaracağını zaten.

_38078990_casillas_save_apNe yalan söyleyeyim Real Madrid’in kazanmasını istiyorum, sırf şu bahis siteleri bozulsun diye. Ben tam bunları yazarken %100’lük, hatta ne %100’ü binde binlik gol pozisyonunu kurtardı. Umarım kurtarmaya devam eder ya da kurtarmasına gerek kalmaz.

Da Real’in başına bela gelecekse bu Salgado yüzünden gelecek, Henry’i tutamaz, yetişemez, penaltı yapar. hep Casillas kurtarsın. 

Aralık 11, 2008

Ömer Üründül ve Modern Futbol

Sabah televizyonda gazete okuyan amcalardan birini dinlerken bir anda Ömer Üründül dendiğini duydum. Hemen ardından gelen “Modern Futbol’da artık…” diye başlayan bir ümle kurmuş, ondan sonrasını dinlemedim ama eminim çok farklı bir şey söylememiştir. Gerçekten artık Ömer Üründül’ün “modern futbol”, “bloklararası bağlantı”, vb. kalıplarını bırakması lazım. Birazcık geliştir kendini ne olursun.

Dün gece maçın hemen ertesi, zaten maç boyunca sinirlerimiz bozulmuş Ali Bilgin’i, Maldonado’yu, İlhan’ı tamam bunlar girdi kesin kazanırız artık. Guiza ileride yalnız kalıyordu zaten, İlhan girdi artık yalnız kalmaz, falan diyecek kıvama gelmiştik ki maç bitti. Sonra Rıdvan’ı dinlemeye başladık, adam hayatımın anlamını değiştiren benzetmesini yaptı.

“Fenerli futbolcular o kadar rahat ki, tesislerde yangın çıksa 8 futbolcu ölür.

Rıdvan resmen ekol. Onun da klişeleri var, ama Ömer gibi sadece klişelerden oluşmu yor olması 50 sene önüne götürüyor Ömer’in. Ha şimdi neden Ömer’le Rıdvan’ı kıyasladım onu bilmiyorum. Bu aralar TOEFL’a çalışıyorum da, sanırım yazıdaki her paragrafın sonunda bağlanması gerektiği gibi bir sanıya kapıldım.

Kasım 25, 2008

Day & Age

The-Killers-Poster-C11758660

The Killers’ın sabırsızlıkla beklediğim albümü nihayet çıktı, ama biraz hayal kırıklığına uğramadım diyemeyeceğim. İlk iki single (Spaceman ve Human) albümün, net, hit parçaları. The World We Live In, Losing Touch ve Neon Tiger albümün iyi şarkıları. Ama belki bugün içinde olduğum ruh halinden ya da gerçekten daha mutlu ettiğinden beni, Oasis’in albümünü (Dig Out Your Soul) beğendim çok. Ama çok hit olur bir potansiyeli yok o albümün de.

Ve bu şarkılardan hiç biri Viva La Vida’nın verdiği hazzı vermiyor bana. Geçen gün oturduk 2 saat şarkının sözlerinin analizini yaptık. Sözleri gerçekten çok başarılı. Başlangıç 4lüğü bile tek başına yeter gibi sanki.

Sert Girdik, Hızlı Çıktık

Blog uzun zamandır boşlukta, sert bir döneme girmiştik. Haftada 7 gün, günde 14 saate yakın bir ortalamayla çalıştık. Tabi kafa kaldırmadan değil, hell march eşliğinde çalıştık uzun zaman –RA2 oynadık bolca:D-. Ama onun haricinde;

-paramı ver

-paran bende yok, kime verdiysen ondan iste

-bana ne ben paramı senden istiyorum, mal verdin bozuk çıktı

-ben sana vermedim ki malı, yürü git malı kimden aldıysan ondan iste paranı

tartışmalarıyla geçti geçen hafta. Öyle bir noktaya geldik ki, ben vericektim elemanın parasını “ya bi kalk git allaasen” diyerekten. Meblağ yüklü olunca olmadı tabi (380,000$). Kısmet bi dahakine işalla diyip mevzuyu kapattık.

Bu sürecin sonunda dünü ve bugünü kendime tatil ilan etmiştim ki çalışma kararı aldım az evvel. İşleyen demir ışıldar. Onun haricinde Cmts. Troilos’la izledik maçı, ha biz mi maçı izledik, maç mı bizi izledi bilemedik. Savunma anlayışı oldukça sağlam bir takım olduk ama ofansif manada sıkıntı yaşıyoruz. Sezon başında araya atılan her topun gol olması neticesinde artık defans, takım atak yaparken Volkan’la muhabbete bağlıyor. 65938Hal böyle olunca Güiza da defans topu sektirir diye sürekli defansın arkasına koşuyor, defans sektirmeyince de etrafına Emrah bakışı atıyor. “Vay anam bu toplar da hiç sekmiyor”. Sormak lazım, yavrum sanki sekse atacak mısın diye, ama o ifadeye soru da sorulmuyor ki. Dokunsan ağlayacak çocuk.

Bu akşam da Fenerbahçe, Porto ile oynayacak, beklenen kadromuz şu şekilde olacak;

Volkan

Gökhan – Edu – Önder – R.Carlos

Josico – Emre

Deivid – Alex – Uğur

Guiza

Böyle bir 11’de bir de Lugano olsaydı bence gayet başarılı olabilirdi. Önder de pekala o işi yapabilir. Önder’in en büyük problemi, konsantrasyon problemidir bence. Ama bu maçta benzer bir sıkıntı yaşamaz diye düşünüyorum (ya da umuyorum en azından). Emre geçtiğimiz maçta sol açıkta tüketti kendisini. Gidemiyor çok net bir şekilde kanattan. Böyle olunca da Deivid içeri giriyor, Emre içeri giriyor, Selçuk’un işlemcisi ağır, Alex geriye geliyor –zaten hep içeride- oyun ortaalandan açılamıyordu. Bu akşam Uğur’un gelmesi, Emre’nin biraz daha geriden oyun kurabilecek durumda olması dolayısıyla daha iyi olacağımızı düşünüyorum. Hele bir de maçlara bir sıfır mağlup başlama alışkanlığımızı bertaraf edebilirsek sıkıntı kalmaz.bstn489l

Selçuk hakkında geçtiğimiz maçta nihai kararımı vermiş bulunuyorum. Ram’e ihtiyacı var. Adamı uzun süre ardarda kullanınca, hele bunlardan bir tanesinde overload yaparsanız adam ağırlaşıyor. Düşünememeye, top verememeye falan başlıyor. Şimde bir iki hafta dinlensin, bir restart atsın beynine, şeker gibi olur. Çok yüklenmeyelim, yanar valla.

Oradaki maçtan sonra, biz bu Porto’yla Kadıköy’de top diye oynarız demiştim. En son ofansif gücü yüksek olup savunması zayıf olan ve kendine güvenen takıma Kadıköy’de 4 tane sıkıştırmıştık. Yine aynısını olacağını tahmin ediyorum. Bu maça üstü ve Fener oynayın, hatta 3-0 net skor diyorum, başka bir şey demiyorum. Guiza da gol falan atamaz yine.

Kasım 15, 2008

Gecikmiş Maç Yazısı

Geçtiğimiz hafta Kadıköy’deyiz demiştik. Ve orada kalmıştık. Maç için işlerimizi haftasonundan hafta başına erteleyip, yapılması gereken yeni şeyler de eklendikçe eklendi ve ancak bugün yazı yazabildik.

Maça giden grupta bir Kocaelili, bir İzmirli ve bir Ankaralı vardı. Maç olmadan 2 gün önce (Cumartesi sabahı) İstanbul’a varmamıza rağmen yine de maça geç kalıyorduk. Playstation başındaki ben seni yendim, sen beni daha çok yendin yarışması yüzünden Stadyuma ancak 6’yı 20 geçe girebildik.

Migros’a girdiğimizde yukarıya doğru yollanalım kendimize bir yer bulalım derken, kendimizi gözlerimizle merdiven ararken bulduk. Kendimizi öyle bulduk ama merdiven bulamadık ve doğrudan yukarı doğru bulduğumuz ilk boşluktan (koltukların üstü) yüklendik. Nihayet bir iki kişinin önünde –aynı koltuğun oturağı ve basamağı- yer bulduk ve dikildik. Bir adet koltukta 3 kişi başlayan maceramızı, 2 adet koltuğa yerleşmiş 3 kişi olarak tamamladık.98336292_azresim-Migros_TribunuErken gelen gol bir anlık da olsa mallık etkisi yaratmıştı ki, hemen akabinde Türk Zidane’ın iğne deliğinden attığı golle kendimize geldik. Aşağı yukarı bu dakikalarda, önceki GS maçlarında hıncımızı aldığımız Hasan Şaş’ın yerini kim alacak sorum cevabını buldu. Bu sefer adamımız Ayhandı. Tam da istediğimiz potansiyele sahipti. Sarışın, uzun saçlı, adı iki heceli. Baktığın zaman Hasan’a pek benzemiyor ama ikisinde de bir Adanalı hali var, tribünleri gaza getirme potansiyelleri mevcut bu bakımdan.

Maç boyunca benim istediğim kadar çok dalga geçilemedi GS ile. Bence çok etkili olarak sadece “İşte böyle, her sene böyle, Cimboma böyle” vardı. Onun haricinde ben bir “Cimbom pabucu yarım, çık dışarıya oynayalım” beklerdim.

Maça gelince, öyle muazzam bir futbol oynamadık. Ofansif anlamda hele hala zayıfız. Hızlı çıkamıyoruz, kalabalık gelemiyoruz. Defansif olarak ise bence Arsenal maçından beri oldukça iyi bir haldeyiz. Arsenal pek tabi ki pozisyonlar buldu, ama yine de bence oldukça iyiydi takım. Galatasaray maçında da, resmen Avrupa’da zaman geçirmeye çalışan bir takım görüntüsü içindeydik. Topu rakibe bıraktık, ama çok iyi pozisyon aldığımız için oynatmadık. Son beş haftadır çılgınlar gibi çizgiye inen Sabri, Kewell hiç yoktu. Arda ikinci yarı sinirlendikten sonra bir iki defa kanatta etkili olmaya çalıştı, onda da başarılı olamadı.fb_gs_0912_14

Maçın son 10 dakikasında Deivid’in artık adım atacak hali kalmamıştı. Ben o dakikada “Keşke şu Güiza sakatlanmasaydı da, Deivid’i çıkarsaydık” dedim. Ama beni bilenler için söylüyorum, böyle zamanlarda yaptığım bütün yorumlar tersine çıkar, ve yine çıkt; Deivid kalktı 5 tane Galatasaray’lının arasından ayak içi uzak köşe vuruşu yaptı.

Maçtan önce Toz da, ONS da çok heyecanlı olduklarını söylediler, bana ise Çaykur Rize maçından daha çok heyecan vermemişti maç. Galatsaray uzun zamanların en iddialı kadrosuyla gelmişti Saracoğlu’na, uzun zaman sonra bizde daha pahalı bir takım olarak gelmişlerdi. Bir şey değişmedi. 6832_1

Kadıköy’e tankla, topla, tüfekle, ağır sanayi hamlenizle bekleriz. Kadıköy’de değişen bir şey yok. :D

Kasım 07, 2008

Yolcudur Abbas..

58205

Bu gece derbi için yola çıkıyorum. Nefesimiz yettiği kadar destekleyeceğiz takımımızı. Ne durumda olursa olsun yeneriz diyorum GS’yi. İlk olarak zaten bizi yenemiyorlar, ikincisi ben daha Kadıköy’de hiç mağlubiyet görmedim. Üçüncü bir dayanağa da ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum zaten. En geç Salı akşamı galibiyet gönderimizi yaparız.

Kasım 06, 2008

Arsenal - Fenerbahçe

Büyük çoğunluk gibi, ben de maçın çok daha farklı bir skorla sona ermesini bekliyordum. Üzülerek söylüyorum ki; iddaa'da Arsenal lehine, üstü oynamayı mantıklı gördüm.

Maç ardından bir çok blog yazarının Fenerbahçe'nin aciz duruma düştüğünden bahisle memnuniyetsizliklerini dile getirdiklerini gördüm. Ben bu görüşe hiç bir şekilde katılmıyorum. Ortasahasının göbeğinde Selçuk gibi bir pas vermesi ortalama olarak 17777 saniye süren bir oyuncunun bulunduğu Fenerbahçe karşısında, Avrupa'nın en hızlı pas yapıp, tek top oynayan takımı olduğu gerçeğini göz önünde tutmak lazım yorum yaparken bence. Ancak bu durumda pek tabi ki gol bulma ihtimaliniz düşüyor. Özellikle böyle bir takıma karşı kontra atak yapma şansınız da oldukça düşük. Takımları kıyasladığınız zaman Arsenal'in fiziksel üstünlüğü arada çok büyük bir fark yaratıyor. Fenerbahçe'nin en hızlı oyuncusu olan Uğur Boral'ın Arsenal'den sadece 3 tane oyuncudan hızlı koştuğunu görmek bana yetti bu maç için oynanan oyundan tatmin olmam için.


Dün akşam Lugano ve Edu uzun zamandır ilk defa bu kadar hatasız oynadı. Bu şekilde oynarlarsa da eğer, Pazar akşamı Kadıköy'den galibiyetle çıkması Fenerbahçe'nin kuvvetle muhtemel olacak. Volkan hakkında yine bir şey demiyorum artık, çünkü gerçekten belli olmuyor neler yapacağı. Dün akşam günündeydi yine. Vederson'un dönmesi de bir başka önemli noktaydı. Carlos yaklaşık 10 maçtır üst üste 90 dakika oynuyor. 34 yaşındaki futbolcuyu biraz daha dinlendirmek lazım.

Netice itibariyle en önemli yaratıcı oyuncusundan yoksun Fenerbahçe için oldukça başarılı bir akşamdı. Ha Alex giderse ya da sakatlanırsa falan ne olur onu bilemem. Ama Semih bana yeni Alex olma potansiyeli ve isteği olduğunu gösterdi. Dün akşam frikik kullanmaya bile gitti. Sonumuz hayrolsun.

DN: Galatasaray maçından mutlak galibiyet bekliyorum. Malum, daha Kadıköy'de mağlubiyet görmedim.

Kasım 01, 2008

At ile Vezir Hikayesi


"Padişah ile veziri sarayın bahçesinde yürüyüşe çıkarlarmış. Saaatlerce ormanlık arazide dolaşır, ülke meseleleri hakkında akıl yürütürlermiş. Günün birinde yine böyle yürürken, vezirin ayağı bir çukura girmiş. Sendeleyip, dengesini kaybeden vezir dizlerinin üzerine düşmüş. Yolda çamurmuş biraz, e haliyle güzelim entari mahvolmuş. "Aman dikkat et vezirim, sakatlama kendini" demiş Padişah. Vezir kalkmış, yola devam etmişler. Aradan bir kaç gün geçmiş. Vezir ile padişah yine sarayda yürürken tesadüf aynı yere gelmişler. Lafa dalmış olan vezir, yine aynı çukuru görmemiş. Ayağı takılıp, yere kapaklanmış. Padişah yine tutmuş kolundan "Aman vezirim, dikkat et kendine" demiş, yola devam etmişler. Gel zaman, git zaman bir gün yine yürüyüşe çıkmışlar. Fakat bu sefer yanlarında Padişah'ın atı da varmış. Hikaye bu ya, yine aynı yere gelmişler, vezirin ayağı gene takılmış çukura; ancak bu sefer atın da ayağı takılmış. İkisi de şöyle bir sendeledikten sonra, yollarına devam etmişler. Aradan bir zaman daha geçmiş. Yine at, vezir ve Padişah yürüyorlarmış. Bizim meşhur çukurun önüne gelmişler. Vezir yine dalgın, kafası memleket meselelerinde. Gene ayağı takılmış çukura. O sırada at çukurun başında durmuş. Şöyle bir bakıp, çukurun üzerinden atlayıvermiş. Bunun üzerine Padişah durup vezirine dönmüş: "Bre vezirim, tam dört seferdir şu çukura düşersin. Baksana, kafasız dediğimiz at bile bir kere düştü. İkincide çukurun üzerinden atladı. Senin at kadar da mı kafan yoktur. Ben şimdi hanginizi kendime vezir edeyim?"

Zamanında babam anlatmıştı bu hikayeyi. Eskişehirspor maçında Fenerbahçe 2. golü yiyince aklıma geldi. Artık at kim, vezir kim, padişah kim; ona da siz karar verin.

Ekim 30, 2008

Korsana Hayır (Zira Beceremiyorum)


Aşağıdaki postta da belirttiğim gibi, şu sıralar oyun piyasası bana ders çalıştırmamak için elinden geleni yapıyor. FIFA 09, PES 2009 ve Far Cry 2 piyasada. Çıkar çıkmaz da torrent halinde internette. Bir haftadır torrent camiası ile cebelleşiyorum ve sıfıra sıfır elde var sıfır.

Önce FIFA 09'u indirdim. Toplam 1.34 Gb. İndirmek yaklaşık üç gün sürdü. Zira torrent camiası biraz bencil olduğundan, indirmeyi bitiren utorrenti kapatıyor. Seed bulmak çok zor ve normalde 100 kb hızla indirme yapabildiğim halde, 12.5 ortalama ile adeta süründüm. Ondan sonra yarım saatlik bir extract, masaüstündeki ikona çift tıklama ve anlamadığım bir hata mesajı. 30 dakika süren yeniden kurma ve yine aynı mesaj. Patch arama, bulma ve indirme. Yine aynı hata. Sinir halinde bilgisayarı kapatıyorum.

Bu sırada PES 2009'u indirmeye başlamıştım bile. Yine sürünüyorum ama neyse. İki gün sonra o da bitti. Bu sefer tam 2 saat süren bir extract süresi. Bu sefer daha umutla ikona tıklayış ve inanmakta güçlük çektiğim o vahim mesaj: "Ekran kartınız bu oyunu çalıştırmak için yeterli değil." Hadi canım sen de. Meğerse pixel shader 2.0 desteklemesi gerekiyormuş. Benim daha 2 seneyi yeni dolduran 6600 gt ekran kartım destekliyor mu acaba? Hemen nvidia sitesine bakıyorum. Evet destekliyor; ama directx 9.0c lazım. Bende kurulu olan 9.0b. Tam 1.5 saat, 6-7 farklı siteden indirilen directx'ler, defalarca baştan download. Sonuç, lanet olası 9.0b, 9.0c'ye dönmedi. Bu arada hata mesajında sorunlu olduğu belirtilen dll dosyalarını tekrar indirip kurmamı saymıyorum bile. En son indirdiğim dll dosyası windows çalışırken yenisi ile değiştirlemediği için sinir krizi ile bilgisayarı kapattım. İyi değil mi?

Bu arada 3.46 Gb'lik FarCry 2, 3 günde sadece 800 Mb inince, onu da indirmekten vazgeçtim. En sağlamı eski usulü takip edip, Tarık abiden DVD olarak almak sanırım. Zaten uzun zamandır oyun oynamıyorum, bir sene olmuştur gitmeyeli, bir uğramak lazım. Benim emektar! GeForce 6600 gt ekran kartları artık satışta bile değilmiş. Galiba onu değiştirmek de lazım geliyor. Ram de 1 Gb olmaz artık; onu 2 yaparsak iyi olur. Şu bu filan da lazım. Oyun piyasasından nefret ediyorum. Tüketim toplumunun zirvesidir. Kapitalizmin gençler üzerindeki deneme tahtasıdır. Bırakın aslında ya grafik canavarı oyunlarmış. TD Vektor oynayın. Kafayı da çalıştırıyor hem. Bir de torrentten filan oyun indirmeyin. Her iki mesajdan biri yardım edin, sorun çıktı şeklinde. Gidin Cd'ciden alın. Hem de korsana hayır, di mi? Bari oyun yapımcıları olmasa da birileri para kazansın.

Ekim 28, 2008

Rezil Olduğunla Kalmak


blogger.com ve blogspot.com domainlerine kanulmuş olan yasak an itibariyle sona ermiş vaziyette. Darısı youtube'un başına.

Sadece bu kapanma-açılma hadisesi bile, konunun ne kadar yanlış zeminlere oturmuş olduğunun bir göstergesi. Bir mahkeme, bir siteyi kapatma kararı alıyor. Mevcut mevzuat internet dünyasının çok gerisinde olduğu için, bütün bir domain ve binlerce blog kapatılıyor. Ya da kapatılamıyor, herkes bir şekilde yolunu bulup, hem bu yasaklı sitelerde, hem de diğer platformlarda verip veriştirmeye devam ediyor. Hemen akabinde de bütün yasak olduğu gibi kalkıp, her şey eskisine dönüyor. Arada olan, dünya kamuoyu gözünde ülke olarak itibarımıza ve ülke içinde de yargıya olan güvene oluyor. Kim başvurdu da kapattılar, sonra kim nereye itiraz etti de tekrar açıldı inanın bilmiyorum. Yargıtay bozdu kararı diyemeyeceğim, keşke Yargıtay bu kadar çabuk karar verse...Zaten önemli olan kimin karar verdiği de değil. Üç günlük yasak olmaz. Üç günlük yasak koyacaksanız, hiç koymayın daha iyi. Sonra neden tekrar açtığınızı da anlatamazsınız sonra. Böyle rezil olduğunuzla kalırsınız.

Ağa ile kahyasının hikayesi gibi: Sahi biz bu b.ku neden yedik?

Ekim 27, 2008

Oh Yeah!


Manchester United'dan sonra Chelsea'yi de devirmeyi başaran Liverpool, hiç kazanamadığı Premiere Lig şampiyonluğu için çok büyük bir avantaj yakaladı. Dahası, bu galibiyet kesinlikle takımı havaya sokacaktır.

Eğer takım şampiyonluğa uzanırsa bundaki en büyük etken, artık birbirlerinin ne zaman nefes alacağını bile bilen oturmuş iskelet kadro. Geçmiş senelere kıyasla daha da derinleşen kadro, her zamanki muhteşem taraftarla birlikte bu sene tarih yazabilir.

Bana bütün bunların ötesinde en ilginç gelen nokta ise Şampiyonlar Ligi'nde iki kere final oynayıp, bir kere de kazanmış bir kadronun elde edemediği tek başarının hala lig şampiyonluğu olması. Nasıl bir ligdir ki bu İngiltere Ligi, Avrupa Şampiyonluğu'ndan bile zor bir noktada duruyor..

Fener'e Dair Bir Kaç Şey

Fenerbahçe ile ilgili şu son dönemde yazmak istediğim çok şey vardı. Bugün yarın derken baktım baya şey birikmiş. Bursa maçı ile beraber bunların üzerinden geçeyim istedim.

Önce Bursaspor maçı. Aragones Semih'in dönüşü ile beraber iki maçtır istediği sistemi oynatmaya başladı. Kabaca Fenerbahçe 4-3-2-1 oynuyor diyebiliriz. Diziliş şu şekildeydi:

Volkan
Gökhan-Lugano-Edu-R.Carlos
Josico-Selçuk-Uğur
Semih-Alex
Guiza

Anlaşılan bu sistemde kilit adam Semih. Eskiden Alex'in sakatlanmaması için ettiğimiz duaları anlaşılan artık onun için edeceğiz. Çünkü Semih, İspanya Milli Takımı'nda genellikle Fabregas'ın yaptığı gibi, gerektiğinde geriye ön liberoların arasına girip savunma yapıp, top çalıyor; gerektiğinde Alex'in yanında ikinci bir oyun kurucu gibi top dağıtıyor; gerektiği zaman da Guiza'nin yanında, hatta önünde 2. santrafor olup gol arıyor. Baktığınız zaman alternatifi olmayan bir oyuncu için fazla bir yük. Ancak, Aragones'in 4-5-1'i için de elzem bir adam. Bence sezonun kilit noktası Alex-Semih-Guiza üçlüsünün form ve sakatlık durumları. Bu üçlü kalan sezonda 4-5 maç hariç bozulmazsa Fenerbahçe'nin şampiyonluk, en kötü Şampiyonlar Ligi şansı oldukça artar.

Maça dönecek olursak, 6. dakikada gelen gol muhtemel riskleri ve stresi oldukça yüksek olan böyle bir maç için ilaç gibi geldi. Fenerbahçe'li futbolcular sezonun en istekli futbolunu oynadılar ve ilk kez bu kadar iyi pres yaptılar. Sezon başında Aragones geldiğinde oluşan kanaat Fenerbahçe'nin geçmiş yıllara nazaran daha çok pres yapan bir takım olacağı yönündeydi. Hazırlık maçları ve Şampiyonlar Ligi ön eleme maçlarında azıcık emaresini gördüğümüz bu pres anlayışı, ligle beraber ortadan kaybolmuştu. 8. haftada Fenerbahçe ilk kez bu kadar çok ve önde bastı. Bunun en önemli sebebi Josico-Uğur-Selçuk üçlüsüne Semih'in de zaman zaman katılmasıyla canlı ve istekli bir orta saha kurgusunun nihayet oluşmasıydı. Bu dörtlü yaratıcılıkta aynı ölçüde başarılı olamaz belki, ama özellikle ligde rakibin oyununu bozmak için oldukça yeterli.

Rakibin oyunu daha orta çizgide bozulup, takım olarak iyi pas yapınca, bir de üzerine Bursa'nın aptallık derecesinde açık oyunu eklenince, bir gol ve bir penaltı verilmeden 5 gol geldi. Deivid, Emre ve Tümer'in de katılımıyla hücumda neredeyse problem kalmıyor. Defans hala sıkıntılı; anacka sorun defansın çoğu pozisyonda yardım alamaması. Eskiden Fener kalesine uzaktan şut çekmek için önce Appiah- Aurelio ikilisinden izin almak gerekirdi. Bu maçta Selçuk çıkınca kaleyi gören vurmaya başladı. Aslında bütün sorun orta sahadaki kadro yetersizliğinde.

Bu noktaya nasıl gelindiği meselesi, aslında bu yazının ikinci kısmı. Türkiye'deki diğer bütün takımlar gibi, Fenerbahçe'de de transferleri Yönetim Kurulu yapıyor. Hakan Bilal Kutlualp'in gidişinden beri de Yönetim'de bu konuda ciddi bir boşluk var. Aslında en önce doldurulması gereken mevki Kutlualp'in pozisyonu. Fenerbahçe'nin son 10 yılda yaptığı önemli ve faydalı transferlerin çoğunda onun imzası vardı. Ne kadar değerli bir yönetici olduğu, işte şimdi ortaya çıktı. Aslına bakacak olursanız belki de ilk kez Aziz Yıldırım doğru bir transfer yapmak üzereydi. Fenerbahçe yıllardan büyük yıldızlarını hep forvet hattına yapıyordu ve Appiah hariç orta sahaya "yıldız" bir isim hiç transfer edilmedi. Revivo, Rapaiç, Anderson, Ortega, Rebrov, Aziz Pierre, Anelka, Guiza, Alex, Kezman, hatta Nobre, hep forvete yapılan takviyelerdi ve Fenerbahçe orta sahası hep "kahramanlara" emanetti. Denizli döneminde Johnson'dan sonra, Aurelio da Daum ve Zico dönemlerinin kahramanı oldu. Aziz Yıldırım nihayet parayı orta sahaya saçmaya karar verdi ki, maalesef bu sefer de belki de başkanlık hayatının en riskli transferini yaptı. Bütün sezonu, son 5 yılın yarısını sakat olarak geçirmiş, medya ile ilişkileri sorunlu bir "Galatasaraylı'nın" üzerine bağladı. Emre Belözoğlu'ndan Fenerbahçe'nin şu ana kadar aldığı verim, neredeyse sıfır. Kutlualp'in Nobre, Aurelio ve Tuncay'da yaptığı potansiyel yıldız transferleri yapılmadı. Kemal gibi joker bir oyuncu kaybedildi. En önemli sorun, kadro derinliği kalmadı. Ali Bilgin, Burak, Can, hatta Uğur Boral, çok iyi 10 kişinin arasında arada idare edebilecek 11. ler olabilirler. Bence Fenerbahçe'nin futbolcusu değiller. İlhan, Gürhan ve Olcan gibi isimlere de yeteri kadar şans verilmedi.Üzerine bir de sakatlık problemleri eklenince Fenerbahçe kadrosu iyice çıkmaza girdi. Bir diğer problem ise gelen oyuncu seçimlerindeki mevki yanlışları. Tuncay ve Ümit ikilisi gittiğinden beri Fenerbahçe sol kanadı büyük yara aldı. Ümit'in yerine yapılan Roberto Carlos takviyesi ile bek problemi bir nebze olsun çözüldü. Ancak, açık problemi iki sezondur hala var. Uğur Boral, çok etkili bir yedek oyuncu olarak mutlaka kadroda olmalı; ama ilk 11'de değil. Bu nedenle de -hala görememiş olsak da -ne kadar kaliteli bir futbolcu olursa olsun, Selçuk, Deniz ve Maldonado'nun olduğu bir mevkiye son anda Josico'yu transfer etmek her açıdan eleştiriye açık.

Aurelio konusuna burada ayrı bir paragraf açıp, hemen sonra da kapatacağım. BEN ile sözleşmelerde bulunan opsiyon maddelerini araştırmıştık zamanında. Hatta Aurelio'nun menajerinin medyaya verdiği emsal kararı bile okuduk. FIFA, sözleşmelerdeki opsiyon maddelerini geçersiz sayıyor. Bu açıdan Fenerhbahçe yönetiminin yapabileceği bir şey yok. Ha, çok isteselerdi Aurelio'ya yepyeni bir sözleşme kabul ettirebilirlerdi belki. Ancak bu noktada da bir şeyi gözden kaçırmamak lazım. Her surat asana istediği para verilecek olursa değil Fener, Beşiktaş; Real Madrid bile batar. Takım içi dengeler açısından Marco'ya yapılan teklif -eğer kamuoyuna yansıyan doğruysa- makul bir tekliftir. Yani, burada "gönderilen" değil, "giden" bir futbolcu vardır. Bu da Marco'nun kendi seçimi. Yapacak bir şey yok. Marco sonuç olarak 30 yaşında. Yarın bir gün yerini doldurmak elbet gerekecekti. O gün biraz erken geldi, o kadar.

Bugün Mosturoğlu da aynı şeyi teyit etti. Basın toplantısında gelecek adına olumlu konuştular. Zaman içerisinde bu olumlu konuşmaların ne kadarının gerçekleştirilebileceğini göreceğiz. Ancak burada esas dikkat edilmesi gereken nokta basın toplantısında yapılan açıklamalar değil, basın toplantısının neden/nasıl yapıldığı. Bence en etkili taraftar sitesi olan antu.com, Arsenal maçı sonrası oldukça anlamlı bir bildiri yayınladı. Nihayet tribünlerde bazı şeylerin değişmeye başladığını görmek açısından oldukça önemli bir bildiriydi bu. Hocayı göndermeyin diyen, oyucuları yollamayın diyen, yönetim kurulunu istifaya değil, açıklama yapmaya davet eden bu metin; bence bugün yapılan açıklamaların temel sebebi. antu.com uzun süredir yönetimin iletişim politikasını eleştiriyordu ve belki de tek başlarına bunu değiştirmeyi başardılar.


Ancak diğer taraftarlarla olan durum bu kadar sağlıklı değil. Fenerbahçe yönetimi belki de bu alanda da bir ilke imza atıp, tribündeki önder taraftar grubunu tasfiye etmeye çalışıyor. Burada durup, bazı şeyleri iyi tespit etmek lazım. Dünyanın her tarafında, geniş destek bulan her takımın mutlaka başat bir veya bir kaç taraftar grubu vardır. (Flying Dutchman bu gruplar üzerine harika yazılar yazıyor. Tavsiye ederim) Bu grupların bir numaralı görevleri ise her yerde aynıdır: Stadyumdaki tezahüratı yönetmek. 100 kişilik, her biri ayrı birer usta olan senfoni orkestralarının bile bir "şef"e ihtiyacı vardır. Yoksa aynı anda çalamazlar. O zaman 50.000 kişilik bir koronun da şefe ihtiyacı vardır. Grubun lideri etrafındaki 10-15 kişiyi, onlar bütün grubu, grup bulunduğu tribünü, o tribün de bütün stadı yönetir. Liverpool için de, Beşiktaş için de, Milan için de bu aynıdır. İşte Fener yönetimi bu etkili grubu tasfiye etmek istedi. Buna yol açacak gerekçeleri tartışırsak, zaten uzun olan yazı iyice çekilmez hale gelecek. Doğrudur yanlıştır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki Genç Fenerbahçeliler'i bu hale getiren, yani Frankestein'ı yaratan yine Aziz Yıldırım'dır. Şimdi onu yok etmeye çalışıyor. Esas mesele, bunu oldukça yanlış bir zamanda yapmaya çalışması. Herhalde yönetim, takımın bu kadar kötü gideceğini hesaba katmamıştı ki, böyle bir işe girişti. Yönetimin haklı olduğu yönler olduğu kadar (GFB'nin lisanssız ürün satması, başka koltukları gasp etmesi gibi); haksız olduğuı yönler de var (En başta bunun diğer taraftar gruplarına anlatılamaması, bu gruplarla makul zeminde uzlaşılmaması vs.). Ancak, bunların hiç biri benim gibi "sıradan" taraftarları ilgilendirmiyor. Ben Fenerbahçe tribünlerini eskisi gibi coşkulu, birlikte ve etkili görmek istiyorum. Bunun için de tribünlere şef olacak bir grubun varlığı şart. Bunun ismi ise hiç önemli değil. Zira önemli olan Fenerbahçelilik kimliği. Grubun kendi kimliği değil. Bu boktada Çarşı örneği isabetli olabilir. Zira kendi kimliklerinin Beşiktaş kimliğinin önüne geçtiği noktada kendileri fesh ederek, bir bakıma önemli bir ders verdiler: Kimse takımdan büyük değildir.

Fenerbahçe ile ilgili aslında yazılacak, çizilecek daha çok şey var; ama şimdilik burada bırakalım. Özetlemek gerekirse, takımın kefeni yırttığını söyleyebiliriz. Eğer Eskişehir ve Galatasaray maçları da kazanılırsa takım artık iyice şampiyonluk havasına girer. Deivid, Vederson, Emre ve Tümer gibi önemli eksiklerin iyileşmeleri ve devre arasında da doğru yerlere yapılacak (orta sahanın solu, Appiah tarzı oyunun iki tarafını da iyi oynayan bir MC) doğru transferlerle Fenerbahçe en azından ilk ikiye girer. Ancak şu görünen manzara bir ihtimal için umutlu olmamı sağlıyor ki, o her şeyden önemli:

Baktığınız zaman, Fenerbahçe bütün başarılarını her şeyin süt liman olduğu zamanlarda kazandı. Ekonomik açıdan güçlüyken, kadro iyiyken, hoca takımın başındayken, taraftar destek verirken, yönetim bunalımları yokken. Galatasaray ise son 5 senede kazandığı iki şampiyonluğu da(önceki dönemleri, maaşlar ödenmeden kazanılan UEFA Şampiyonluğu'nu saymıyorum bile) olağanüstü şartlarda kazandı. Parasızlık, kulüp içi muhalefet, hoca değişiklikleri, idmana çıkmayan futbolcular, kadro sıkıntısı...Şimdi Fenerbahçe benzer problemler yaşıyor ve ilk kez bu süreç hoca gönderilmesi ya da yönetim istifası ile değil, ne olursa olsun soğukkanlı bir şekilde çözülmeye çalışılıyor. Eğer başarılır ise, bu kadar kötü başlayan bir sezon, zaferle biterse ,Fenerbahçe bence Dünya Kulübü olma yolundaki son engeli de aşar. Belki de ilk kez olumsuz şartlar altında kazanılacak bir şampiyonluk, bir kaç şampiyonluğa bedel olacaktır. O nedenle bence Fenerbahçe tarihinin en önemli süreçlerinden birisini yaşıyor. O nedenle de bu sezonun sonunu dört gözle bekliyorum.

Ekim 26, 2008

Devrim

Bu kadar isyan içeren yazıdan sonra "Devrim" başlıklı post'un altından haydi eylem yapalım ekseninde bir yazı çıkması beklenirdi belki ama ben sadece filmle yetineceğim şimdilik. Merak etmeyin, sadece kendi isyanımı en uçta yaşamak için sıkıyorum. Patlayacağım birisine bir gün, sonum F tipi olacak. :D

Sanırım ben propaganda filmlerini seviyorum. Her dönemde yapılası filmlerdendir ben için. Amerikan propagandası olsun, Rus propagandası olsun izlerim, memleketim propagandası olunca daha bi güzel oluyor insanın hoşuna gidiyor. Eleştiri de var filmde ama "iyilik" daha ön planda. Ben oldukça beğendim filmi. Üç Maymun'u izleyecek nefesi bulamadım kendimde, çok dramatik bir hikayesi varmış gibi geldi. Bir de filmin Cannes'dan ödül alması korkuttu beni biraz, çok sanatsal falan çıkacak da yorulacağım diye gitmedim. Ama onu da izleriz elbet.

Bu ara sanırım bir Türk filmi patlaması yaşıyoruz, Aşk Tutulması, Üç Maymun, Devrim Arabaları, Mustafa... Aşk Tutulmasını çok merak ettim, hep yabancıların romantik komedilerini izliyoruz, belkş mizah anlayışımızın küfür etmekten öteye geçtiği şirin bir film olabilir diye düşünüyorum. Bakalım, kısfmet..

Kopma Anı #2

You wanted a monster. You got one.

Ekim 25, 2008

Tekel..


Niyeyse uzun zamandır benim aklıma tekel dendiğinde ilk olarak Türk Telekom, ikinci olarak da Microsoft geliyor. Kendi kendime diyorum ulan başka tekel mi yok.. Neyse..

Dün OnS'dan mail aldım, "anarşik mi olacaksın başıma" içeriğinde bir mail, cevaben; "evet olacağım", hatta hırsımdan kaynaklı 2 Kasım'da Ankara'da Öğrenci Kollektiflerinin mitingine bile katılma isteği var içimde. Kesin katılmam ama bir şey de dürtmüyor değil.

Her neyse, anarşi(!) içerikli yazılarımıza bir yenisini daha ekleyelim.. Bunu da bildirgec.org'da gördüm, 1 Kasım günü sabit telefon kullanılmama kararı alınmış. Bunun nedeni de yüksek telekomünikasyon (özellikle internet) ücretleri ve kalitesiz hizmetmiş. Uzun zamandır telekomünikasyona verdiğimiz paranın bana çok koyduğunun söylüyordum isabet oldu. Bu gazımı da alır bari bu. Aslına bakılırsa benim bir gün sabit telefon kullanmamam Telekom'a koyar mı? Koymaz, çünkü haftada 2 kere falan kullanıyorum zaten. Ama belki kullanan birine denk gelir. Biz de böylece Turkcell-Vodafone-Avea üçlüsüne para kazandırmış oluruz. Ulan! Yanlış oldu, bunu demeyecektik.

Bu arada bir de Ankara'da toplu taşıma kullanmama kararı alınsa da İ.MG görse gününü (gününü demezdim burada ama blogger'ın kapatılması için bir malzeme de biz vermeyelim şimdi).

Dünün Devamı

Dün gece bir karikatür bulduğumdan ve bu karikatürün ülkemizin yerini nasıl gösterdiğinden bahsetmiştim. Teknik aksaklıkları gidermiş olmanın verdiği mutlulukla (ne kadar trajik değil mi? mahkeme kararını deldiğimiz için hepimiz haz duyuyoruz, ve bunun yanında zerre kadar rahatsızlık duymuyoruz) karikatürü paylaşıyorum.

Sansüresansür

Trendometre'de blogger'a erişimin nasıl gerçekleştirileceği konusunda güzel bir metin var. Ek program, dosya falan gerekmeden blogger'a bağlanabiliyorsunuz. Linki de budur. Ben yaptım, gayet güzel çalışıyor, resim de ekleyebiliyorum, iki yana yaslayadabiliyorum :D.

Kara Cuma

Yine resimsiz ve iki yana yaslanmamış bir yazı, onlar kapattı ya, daha bi yazasım geliyor. Neyse, konuya geleyim, biraz önce ekşisözlük'e girdim, ve sol frame'de gördüğüm şudur; 24 ekim 2008 taksim olayları, 24 ekim 2008 blogger a erisimin engellenmesi. Takip edememiş olanlar için akp karşıtı öğrenci gösterisine polis orantılı güç kullanara müdahale etmiş (!), diğerini zaten bir önceki postta irdeledik.

Evet, ifade özg...

SANSÜR!

Öncelikle kişisel bir bilgi vermek istiyorum bu yazıya başlamadan önce. Ve lütfen bu bilgiyi alır almaz küfretmeye başlamayın şahsıma, çünkü hepimiz aynı kafadan değiliz.

Bilgi: Ben hukuk fakültesi'nde öğrenciyim.

Bizler fakültedeki eğitimimiz süresince olaylara iki açıdan bakabilmeyi öğrenmek amacıyla, ve her haksız görünenin de haklı olduğu bir nokta olabileceğini görmek üzere eğitim alıyoruz. Tam ben kendimi bu konuda yeterli görmeye başlamışken neyi hedefleyerek karar verdiğini, teknolojiden bihaber yaşayan, özgürlükler hakkında zerre kadar fikri olmayan, cezaların şahsiliği ilkesine dair en ufak bir fikri olmayan bir meslektaşım(!) olduğunu gördüm. İşbu nedenle de kendimi sorguladım, acaba bir hedefi vardı, veya yaptığı işlemin mantıklı bir gerekçesi vardı da ben mi göremedim. Aradım aradım bulamadım.

Neyse, eminim üzerime vazife değildir ama bu karar nedeniyle "hukuk" adına özürlerimi sunuyorum. Ve bu "hukuk" bildiğimiz "hukuk" değil artık. Hamdolsun ki Youtube, wordpress ve blogger'a bulaşılması sonrasında hukukun tüm ilkelerini bir kenara bıraktık. Afiyet olsun.

DN: Güzel bir karikatür bulmuştum, güzel ülkemizin konumunu gösterir nitelikte, resim eklemeyi şu şartlar altında beceremediğimden daha sonra edit olarak eklerim. Pardon, editlememe gerek kalmaz büyük ihtimalle, başka bir sansür haberine kullanırım artık.

Edit: İki tarafa yaslamaca.

Ekim 22, 2008

Lades



PES oynarken, hangi takım olursam olayım, ilk iş olarak yaptığım bir şey var: "Edit Players"'da iki stoperin arasını daraltıp, defans bloğunu da birer adım geri çekmek. Futbol dahisi olduğumdan ya da çok iyi oynamamı sağlayan özel bir taktik olduğundan değil. Genellikle rakip Barcelona, Real Madrid, Inter, Liverpool veya Arsenal gibi üst düzey rakiplerden biri olduğu için hem çabuk, hem teknik, hem de iyi gol vuruşlarına sahip oyuncuları var (Bkz. Adebayor). İki stoperin arasını daraltarak bir stoperi geçen bir ara pasına diğerinin müdahale edebilmesini veya da en azından kaçan adama yetişebilmesini sağlamaya çalışıyorum. Defans bloğunu azıcık geri almak ise takımı geriye çok gömmeden, kaleciye çıkıp açıyı kapatacak kadar fazla ve fakat pas atılan forvete topu rahatlıkla kontrol edip pozisyon almasına izin vermeyecek kadar az bir mesafe bırakmış oluyor. Yani en azından amaç bu. Ha, olur olmaz o ayrı mesele.

Şimdi verileri girelim. Arsenal: Dünya'nın yaş/kalite oranına vurduğunuzda kesinlikle en iyi takımı. Özellikle ileri hattın hepsi çok teknik, kaliteli, ayağa tek pası çok iyi oyuncular. Ayrıca bu yetenekler, henüz hala çok genç olduklarından (ortalama 22, Silvestre'yi çıkartırsanız 21), çok hızlılar, çabuklar ve müthiş bir pres gücüne sahipler.

Fenerbahçe: Defansın ve orta sahanın göbeğinde problem var. Kayserispor'un adını ilk kez duyduğum, Adebayor'un 1.5 gömlek aşağısı forveti hat-trick yaptı. Üç gol de araya atılan paslardan. Aynı golu iki gün önce Kocaelispor da attı. Wenger bu maçların hepsinin kasedini izledi mi, izledi.

Çözümünüz ne olur? Gayet basit. İki stopere aralarını çok açmamalarını tembihlersiniz, beklere bir gözlerinin kademede olmalarını söylersiniz ve defans çizgisini çok ileri çıkarmazsınız ki, rakibin hızlı forvetlerine istedikleri boş alanı bırakmayın. Gömülmeyecek kadar ileride, ancak kademeye girmeye, oyuncuya boş alan bırakmayacak ve kalecinin çıkmasına yetecek kadar da geride (FM'nin taktik ekranında sadece bunu ayarlamayı sağlayan bir tuş var). Ön liberolarınızdan tekine de özellikle top rakibe geçtiğinde iki stoperin arasını kapatacak şekilde geçmesini söylersiniz ki, pas atacak alan/alternatif daralsın. Zira orata sahanızın her an top kaptırma ihtimali var.



Realite: Fenerbahçe ofsayt taktiği oynamaya çalışıyor. Ya da o kadar öndeler ki, mecburen yapacak başka hamle kalmıyor ve rakip ofsayta düşürülmeye çalışılıyor.

Sonuç:
Dk. 10: Fenerbahçe'nin yediği ilk golde Edu ile Lugano'nun arası yaklaşık 10 metre. İkisinin Fener kalesine uzaklığı 45, orta çizgiye uzaklıkları 5 metre. Adebayor 40 metreyi 4 küsür saniyede koşuyor: 1-0.

Hadi akıllanmadın diyelim, sadece 1 (yazı ile bir) dakika sonra yine aynı pas, bu sefer Edu ile Carlos'un arası 10 metre. Walcott geçen sene kendi ceza sahasından aldığı topu gitti, attı, geldi. Hızlı ve teknik yani: 2-0.

Yine bir ara pas. Edu bu sefer Diaby ile karşı karşıya. Lugano kadrajda bile değil. Liglerin en ağır ön liberosu arkadan top çalmaya çalışıyor. Teknik bu çocuklar demiştik değil mi? Çaprazdan uzak direk dibi. L2+Kare: 3-0.

Bunun ismi bile bile ladestir.

Benim kuş kadarcık futbol bilgi ve tecrübemle oyun başında akıl ettiğim şeyi, Aragones'in ve futbolcuların akıl edememelerine inanamıyorum. Ha, futbol işte bu. Guiza ilk yarının sonunda ve ikinci yarıda o iki golü atsa belki de şimdi mutluluktan sarhoştuk, üzüntü yerine. Kim bilir belki de o zaman maç 7-3 filan biterdi belli olmaz. Zira Arsenal 4. golsen sonra tam anlamıyla durdu. Bu maç bana Daum dönemindeki 6-2 biten Man Utd. maçını hatırlattı. 6-6 bile olabilirdi ya o maç. İşte bu maç da öyle bir maçtı sanki. Beni üzen 5 gol yemek değil, gollerin bu kadar lades, bu kadar göz göre göre olması. Fabregas 30 metreden çaksa içim yanmayacak.

Diyecek çok şey daha var da, neyse. Başka postlara...

Ekim 20, 2008

Vector Tower Defense


Geçen gün bir yerde en iyi 150 flash oyun listesi gördüm (buradan erişebilirsiniz), bu liste benim hayatımı karartan listedir. Özellikle Vector Tower Defense denen oyun ömrümü resmi olarak yemiştir. Sizlere tavsiye ederim, siz de yedirin.

DN: Aman diyim, işte sardırmayın, bir oyun bir saat kadar sürüyor.
Oyunun linki de budur.

Galatasaray - Trabzonspor Maç Ertesi

Maç öncesi yazısı yazdık maç sonrasında da yazalım. Galatasaray'ın maç için kadrosu ne kadar garip desek de oldukça iyi bir oyun oynamışlar. Çok pozisyon vermişler ama ondan daha fazlasını kaçırmışlar. Elle gol atmışlar falan demenin alemi de yok, o gol olmasa bir başkası mutlaka olurdu, kaldı ki bence o karambolde Servet o kadar çabuk düşünüp eliyle vurmuş olamaz.


Bunun yanında maçta en çok şaşırdığım şey Serkan Balcı oldu. Maçın ilk yarısında garip işler yaptı (pozitif manada). Fenerbahçe'de Daum döneminde içeriye kat etmeye başlamıştı sağ kanattan bindirdikten sonra. Bu maçta yanlış saymadıysam 3 tane arapası vardı, ve hepsinin sertliği falan çok güzel ayarlanmıştı. Yattara oyuna girdikten sonra bildiğimiz Serkan Balcı'ya döndü, o anda "hoh! ben yanlış gördüm herhalde, işte bildiğimiz ve beklediğimiz Serkan bu" dedim.

DN: Arda orta yapmış. Aksine kendisini bile inandıramaz bence.

İrade sınamaları ve meslek seçimleri


An itibariyle çıkmak üzere olan oyunlar listesi:
21 Ekim- FarCry 2
28 Ekim- Fallout 3, Red Alert 3 (Evet, evet ikisi de aynı gün. Bundan sonra her yıl bu günü "Oyun Bayramı" olarak kutlayacağız)
Kasım başı- FM 2009. İlk kez 3D maç motoru ile beraber.
Hemen akabinde StarCraft 2, büyük ihtimalle yılbaşından sonra da Diablo III. Ki bakın sadece headline'ı saydım, alt grupları insafınıza bırakıyorum.

Ayrıca, hala sadece %10'u bitmiş bir GTA IV ve sonuna kadar oynanmayı hakeden ancak yalnızca iki bölüm geçilebilmiş bir Star Wars: Force Unleashed içeride beni bekliyor. Belki de tarihin en iyisi bir FIFA'yı ve taptaze, fırından yeni çıkmış PES 2009'u saymıyorum bile...

Benim ise şu an HeinOnline isimli bir makale portalında uluslararası ticari tahkimde tahkim antlaşmalarının bağımsızlığı üzerine bir araştırma yapmam gerekiyor. Bazen içimden Bilkent İşletme'de okumak geçiyor. Moot Court'muş, İcra-İflas'mış ne uğraşıcam değil mi?

İnanın bana ÖSS yılında bile iradem bu kadar sınanmamıştı.

Ekim 19, 2008

Galatasaray - Trabzonspor

Bu akşamı gariplikler akşamı ilan ediyorum. (Bkz: Bir önceki post)
Maç öncesi yazısı gibi bir şey aslında, an itibariyle maçtan haberdar değilim ama Galatasaray rekor gariplikte bir kadroyla sahaya çıktı.


De Sanctis
Sabri - Emre - Servet - Hakan Balta
Meira
Ayhan
Arda - Lincoln - Kewell
Baros

Bu takımda 5 tane defans, 4 tane forvet, 1 tane orta saha oyuncusu var. Umarım bu kadro bir tek bana garip gelmiyordur.

Trabzonspor yedek klübesinde ise Yattara gibi bir adam var, Hakan Balta'yı top etme potansiyelini fazlasıyla barındıran. Bakalım, nasip kısmet. gollü beraberlik diyorum.

Ergenekon Ltd. Şti. A.Ş.


Malumunuz Ergenekon davası Silivri'de görülmeye başlanacak yarından itibaren. Silivri esnafı ise durumdan memnun. Oldukça karlı bir dönem onları bekliyor. Lokantalar, oteller, pastaneler karlarını katlayacaklar, turist akını olacak yarından itibaren.

Memleket çok garip, dava dolayısıyla turist akınının yaşandığı bir ülkedeyiz.

Ekim 18, 2008

Kopma Anı

Filmlerde esas oğlan kameraya bakar, flashback olur, ölmüş karısı ekrana gelir, "hadi, daha her şey bitmedi" der. İşte bu an film için kopma anıdır. İşte bu anda artık arkanıza yaslanın ve esas oğlanın kötü adamları teker teker nasıl öldürdüğünü izlemeye başlayın.

Rocky'nin dayak yemekten bıktığı ve insanları dövmeye başladığı andır.


Mickey: Get up you son of a bitch! 'Cause Mickey loves you!


Veya Max Payne'in kralın oğlu gelse öldüreceği andır,


Michelle Payne: It's not over Max!
Veya Dire Straits - Telegraph Road'da 10.05'ten sonrasıdır, konserde olup müziği gerçekten hissetmektir o noktada. The Killers - All These Things That I've Done'da 2.38'den sonrasıdır.

Bu arada bu post'ta bunca film varken neden Max Payne? Çünkü biraz önce ondan geldik. Film vasat, insan film boyunca ne zaman Third Person Shooter tadında bir film izleyeceğiz diye bekliyor. Çünkü oyun filmlerinin klasiği haline gelmişti artık oyun benzeri görüntüler vermek. Crank'te bir noktada dönmüştü, Doom'da dönmüştü, Hitman'de dönmüştü. Pavlov'un köpeği gibi hissettim kendimi, her oyun filmi gördüğümde TPS kamerası bekliyorum. Aslında en güzel malzeme bunda çıkardı TPS kamerasında, yana doğru zıplamış görüntüyü yavaşlatmış kurşun saydıran bir Max Payne iyi olurdu...

DN: Bu arada Crank'in oyun filmiyle ne alakası var diyenler çıkabilir, yönetmen bilgisayar oyunu yönetmenliğinden gelmekteymiş, o alaka.

Chop Chop!

Chop Chop!

An exhortation to hurry-up and get moving, usually accompanied by snapping of
the fingers.

Bu kullanıma geçen gün Lock, Stock and Two Smoking Barrels'da rastladım. Hastası oldum. Her zaman her yerde kullanıyorum, hevesim geçer yakında..

Ekim 16, 2008

Utanırsınız...



Bu aralar Queen+Paul Rodgers'ın son albümü The Cosmos Rocks'ı dinliyorum. Ayrıyeten de, nasıl olmuş, nasıl kaçırmışım bilmiyorum ama, çok daha önceden çıkan ve benim yeni keşfettiğim/umursadığım/dikkate aldığım konser kayıtları Return of the Champions var tabii. Kendimi bu albümlere kaptırmışken uzun zamandır beni rahatsız eden bir mevzu hakkında da bir iki kelam etmek istedim.

Şimdi biliyorsunuz, özellikle internetin yaygınlaşması ile artık "fan"ı olduğumuz kişi/grup/oyun vs. hakkında istemediğimiz kadar çok bilgiye sahibiz. Ayıptır söylemesi tuvalete gittiklerinde haberimiz oluyor. (Ki Rolling Stone bir önceki sayısında Amy Winehouse'un evindeki her türlü halini anlatmıştı misal...) Ürün ortaya konmadan önce de ya pazarlama amacıyla kasıtlı olarak verilen ya da bir şekilde sızan materyaller binlerce kişi tarafından paylaşılıyor, ıncığına kadar inceleniyor, daha piyasaya çıkmadan da notu veriliyor. En abartı örnek en son Diablo III hadisesinde yaşandı. Diablo III'ün ilk ekran görüntüleri yayınlandıktan sonra, bir kısım insan o görüntüleri alıp, Photoshoplayıp, "Diablo öyle değil, böyle olmalı." diyerek Blizzard'a geri yolladı. Düşünebiliyor musunuz siz, bir grup fanın misal Guns n' Roses'ın ilk singleından sanra şarkıyı baştan çalıp, yaptıkları kaydı Axl Rose'a "Aha bunu böyle yapın albümde" diye yolladığını. Ayıp, en hafif tabiri ile...Sırf görüntü üzerinden eleştiri belki bir noktaya kadar olabilir, ama iş "Bu böyle olmalı" noktasına gelince bence çizgi fazlası ile aşılmış oluyor.

Peki bu konu ile Queen'in alakası ne? Aslında bütün bu düşünce zincirini benim en yakın, en sevdiğim arkadaşlarımdan biri başlattı. Kendisi tam bir Queen hayranı. Bütün albümler, DVD'ler, neredeyse her şarkıyı ezbere bilir vs. Kendisine "Abi Cosmos Rocks'ı dinledin mi?" diye sorduğumda, daha albümü bir kere bile dinlemeden "Ya bırak Freddy'siz Queen mi olur? O ne öyle berbat." deyince bende sigortalar atıyor tabii. Tabii Freddy'siz Queen olmaz, zaten o yüzden grubun adı Queen+Paul Rodgers. Keza bu arkadaşım, Spielberg'ün Münih filmine "Yahudi propagandası işte" diyerek, bütün ısrarlarıma rağmen gitmedi. Sonra tesadüfen CNBC-E'de izlemiş, şimdi bayılıyor. E dedik sana değil mi?


Kısacası bu önyargı konusunda gün geçtikçe daha çok sinirleniyorum. Bir işi görmeden, okumadan, dinlemeden yapıştırılan etiketler gerçekten çok sinir bozucu. Belki de ucundan kıyısından, sanata, üretmeye, bir şeyler ortaya koymaya bulaştığımdan olsa gerek, bu konuda azami bir özen gösteriyorum. Zaten, ilahi adalet mi desek, bu etiketler bir şekilde yırtılıp atılıyor. Misal, çok iyi hatırlıyorum son Rocky filmi vizyona girmeden önce millet demediğini bırakmadı. Bu yaşta Rocky mi olurmuş da, baymamış mı da...Ne oldu sonra? Ayıla bayıla izlemediniz mi? IMDb'de 8 küsür almadı mı? Şimdi filme laf eden bir tane adam yok. Eminim o arkadaşım da yarın bir gün Cosmos Rocks'ı bir yerde dinleyecek, eski Queen'in kötü bir taklidi olmadığını, orijinal Queen ekibinin rock tınıları ile Rodgers'ın blues geçmişinin muhteşem bir işbirliği olduğunu, ortaya konan işin yepyeni bir sounda sahip olduğunu anlayacak ve sonra zevkle dinlemeye başlayacak. Ya da belki nefret eder, o da olabilir, ama en azından neden nefret ettiğini bilecek ki, buna da kimse birşey diyemez. Peki ya severse önceki lafları ne olacak? Hani Metallica bitmişti, artık iyi albüm yapamazdı, ne oldu? Diablo III gerçekten süper bir oyun olursa o Photoshopçılar yerin dibine girmez mi? O fragmanı izleyip, yerin dibine soktuğunuz film ya o kadar kötü değilse?

Lütfen, sanata saygı, üretime saygı, görmeden eleştirmeyin..

Utanırsınız...

Ekim 14, 2008

Day&Age

The Killers'ın yeni albümü Day&Age 25 Kasım'da çıkıyor; tracklist de açıklanmış o da şu şekilde:


        1. Losing Touch
        2. Human
        3. Spaceman
        4. Joyride
        5. A Dustland Fairytale
        6. This Is Your Life
        7. I Can't Stay
        8. Neon Tiger
        9. The World We Live In
        10. Goodnight, Travel Well

        Ha, şarkılar olmadan tracklist'i neyleyim derseniz, "bak onu iyi dedin" derim.

        Ekim 13, 2008

        Kriz, Obama, JFK ve İran


        Geçen gün Cumhuriyet gazetesinde Amerikan ekonomisinin 20. yüzyıldan itibaren girdiği krizlerin bir zaman çizelgesi üzerindeki yerleşimleri vardı. Sırası ile belli başlı kriz ve duraklamalardan sonra gelen olayları sayıyorum: II. Dünya Savaşı, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı, Körfez Savaşı ve Irak Savaşı

        Amerikan ekonomisinin -ki krize girmesine gerek yok, büyümenin yavaşlaması bile yeterli bir sebep aslında- savaşı bir ateşleyici olarak kullandığı artık açık seçik ortada. Bu senaryo bir devlet politikası olmanın ötesinde, devletin genetik koduna işlenmiş sanki. Bu sefer de Washington'daki akbabalar haritalarını önlerine çekip, sabahlara kadar strateji geliştirmekle uğraşacaklardır. Ancak bu sefer dikkat edilmesi gereken nokta saldırılacak hedef ve başkanlık seçimi.

        Barack Obama savaş karşıtı söylemleri ile büyük bir rüzgarı arkasına alarak geliyor. Bütün anketler Obama'nın 6-7 puan önde olduğunu gösteriyor. McCain, Palin'i aday gösterdiğine şimdiden pişman olmuştur bile. Eğer kasıma kadar bu hava böyle devam ederse, Obama büyük olasılıkla Amerika'nın ilk siyahi başkanı olacak. Dedemin tabiri ile, asıl eşşeğin büyüğü de arkadan geliyor...

        Amerikan ekonomisi şu an 1929'dan beri girdiği en büyük krizde. Büyük Bunalım (Great Depression) 10 yıl sürmüştü ve evet doğru bildiniz II. Dünya Savaşı ile sona erdi. Şimdi ikinci Büyük Bunalım yaşanıyor. Amerikan ekonomisi sadece finansal önlemlerle bu krizi aşabilecek noktadan uzaklaştı. Zira kriz, Avrupa ve Asya'ya da sıçramış durumda. Dünya ekonomik düzeninin yeniden kurulması lazım ve yeni düzenler ancak yeni savaşlar ile kurulur. Bütün bu verileri alt alta koyunca ortaya tek bir sonuç çıkıyor: Eğer yılbaşından önce İsrail, İran'ı vurursa kimse şaşırmasın. Son iki senedir Dünya kamuoyu ufaktan böyle bir operasyona hazırlanıyor. Çok sevdiğim bir deyiştir: Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.

        Tabii ki bu durum savaş karşıtı Demokrat, özgürlükçü, yenilikçi Obama'yı köşeye sıkıştıracak. Büyük ihtimalle önce savaşa direnecek ve fakat bir süre sonra teslim olacak. O da sistemin yöneticisi değil, bir çarkı olduğunu anlayıp İran Savaşı'nı meşrulaştırıcı söylemlere girişecek. Peki ya eğer, Obama direnmeye devam ederse? İşte burada yine tarihin tozlu sayfalarını açıyoruz. Gerçi Hillary ağzından kaçırdı ama kimse üzerinde durmadı. Savaşa direnen bir Barack Obama, bazı güçler tarafından JFK'nin yanına, faili meçhul bir şekilde gönderilebilir. Siz, İkiz Kuleleri kim yıktı sanıyorsunuz?

        Tabii burada ikinci bir senaryo da, yine bazı güçlerin daha seçim aşamasında işlere müdahale etmesi. ABD de tıpkı bizim gibi kimi bölgelerde tamamen elektronik bir seçim sistemi kullanıyor. Ne yalan söyleyeyim bir şey tamamen elektronik oldu mu, ben bi huzursuz oluyorum. Sanki Langley'deki bazı çocuklar sistemle oynarmış gibime geliyor. Ne bileyim kuruntu işte. Ama eğer şu ya da bu şekilde McCain seçilir ise, sığınaklarınızı süpürüp, miğferlerinizi cilalamaya başlayın. Bu sefer bomba daha yakına düşecek..

        Blogging...

        Ne yalan söyleyeyim blog sahibi olmayı düşünmüyordum, takip ettiğim üç-beş yer var (biri de burası), onlarla idare ediyordum..Birazcık üşengeçlik var galiba.. Pazar sürprizi olarak bloga katkı daveti gelince de artık farz oldu galiba..Blog sahibini kırmak olmaz..Hatta şimdi düşündüm de, galiba benim de yazacak-çizecek bir iki şeyim var galiba...

        Hadi bakalım hayırlısı

        Ve hoşbuldum....

        Ekim 12, 2008

        Viyana


        Viyana'nın kendi internet sitesi mevcut. Bu siteye girince bir an mutlu oldum. Site için 4 adet dil seçeneği mevcut. İngilizce, Almanca, Boşnakça/Hırvatça/Sırpça, ve Türkçe. İlk olarak siteye girdiğimizde Almanca versiyonuyla karşılaşıyoruz ve Viyana'daki bir festival ana başlık olarak karşımıza çıkıyor. Daha sonra bunları anlamak için Türkçe siteye geçtim, bu durumda ne beklersiniz? Aynı sitenin Türkçe tercümesini değil mi? Ama bizi karşılayan ekranda tamamen Türkler için hazırlanmış bir site var. Başlıklar Türkçe sitede şu şekilde;

        Başlıkların aynıları Hırvatça sayfada da mevcut, yani genel olarak göçmen sayfası.

        1. Göçmenler İçin
        2. Annelere Almanca
        3. Gençlere Almanca
        4. Hep beraber (Çocuklara karşı daha saygılı davranma kampanyası)

        İngilizce sayfada ise;

        1. Viennale
        2. Autumn in Vienna
        3. Cityscape
        4. Commemoration

        Almanca sayfada da ilk başlık bir sanat olayı. Diğerleri bakımından ayrıntıya giremeyeceğim. Ama bu başlık sınıflandırması benim hoşuma gitmedi. Sanki Viyana'ya giden göçmenleri şehirde olan biten sanat faaliyetleri ilgilendirmiyormuş gibi bir hava var.

        Ya da ben çok alınganım.. Afedersiniz adamlar iyilik yapmış ben yanlış bir yerimle algılıyorum, bu da olabilir...

        Taş

        TAŞ

        Bakın bir parça Taş bir ülkenin gündemini ne kadar etkileyebilecek.

        Gen. Kur. Bşk.'ı göreve gelince basınla olan ilişkileri kuvvetlendireceğini, basını sürekli bilgilendireceğini, sürekli enformasyon akışı sağlayacaklarından bahsetmiş, daha önce akredite edilmeyen çeşitli gazeteciler akredite edildiler. Bunların hepsi çok sağlıklıydı. Bunları duyunca çok önemli olduğu kanaatine varmıştım. Kaldı ki psikolojik harp aracı olarak kullanılan MGK'nın bu işlevini kaybetmesinden sonra basın ancak ordu hakkında spekülatif haber yapmaya başlamıştı, yukarıdaki bilgi akışıyla basının spekülatif haber yapmasının önüne geçilmesi mümkün olacaktı.

        Ama tabii ki yukarıdaki hedeflere ulaşılması için öncelikle basınla iletişim kurabilecek nitelikte yetkililer olması gerekecekti.

        Daha sonra geldik Aktütün olayının ardından basına verilen brifinge. Bu brifingi yanılmıyorsam Hasan Iğsız verdi. Karakolla ilgili soru geldiğinde ekonomik nedenlerden ötürü bu karakolların taşınması meselesinin gerektiği süratle gerçekleşmediği söylendi. Bu açıklamayı duyar duymaz, tam cümle tamamlandığında çok konuştukları yönünde bir yorumda bulundum. Kaldı ki hemen iki gün sonra Türkiye'nin dört bir yanında inşası süren Golf sahaları gündeme geldi. Golf sahası yapımı hakkında söylenecek bir şey yok.. Her şey ortada. Ama golf sahaları yapılmıyor bile olsaydı, bu kadar büyük bir ordu içerisinde yolsuzluk olmaması gibi bir ihtimal zaten yok, ve basının paramız yok söylemi ardından kafana kakacağı bir şey mutlaka bulunurdu.

        Bunun yanında zaten inanılmaz bir PR sıkıntısı yaşanıyor Ordu açısından Türkiye'de. En çok kullanılan söylem ordunun her yerdeki en güzel yerlere sahip olduğu, en değerli arazileri elinde bulundurduğu. Paramız yok ama golf sahası yapıyoruz imajı, biraz önce bahsettiğim görüşleri kuvvetlendirerek daha da kötü bir hale getirecek. Eskiden parası var harcıyor, ama yapması gerekeni de gerektiği gibi yapıyor denirken; artık, ekmeği yok yemeğe taht-ı revanla gider sıçmaya durumuna gelindi.


        Şimdi bu hikayenin taş'la ne alakası var?

        Bu haberlerin başlangıcındaki brifing'in Hasan Iğsız tarafından verilmesi o gün böbreğindeki taşı kırdırmak için İlker Başbuğ'un GATA'da operasyona katılıyor olmasıydı.

        Acil şifalar..

        Atma Osmaaan!


        Osman Pamukoğlu'nu hergün televizyonda görmek beni çok rahatsız ediyor. Söz konusu şahsın devlet yönetimine aday olduğunu söylemesi bile bence çok kötü bir durum. Gideriz Barzaniyi de alırız, Talabaniyi de alırız diyen bir başbakan adayı var memlekette. Parti kurdum diyerek televizyona çıktı 3-5 ay önce (Cevizoğlu'nun programına). Kadronuzda kimler var, kimlerle neler yapmayı hedefliyorsunuz diye kendisine sorulduğunda, OP durun daha yeni kurduk, belli değil onlar dedi. Kiraladıkları parti merkezinde 5 tane (?) faks makinesi olduğunu ve bu faks makinelerinin kilitlendiğini söyledi. Umarım bu söylem sadece bana komik geliyordur.


        Gerçi nelerden bahsediyoruz, Sarah Palin'in ABD başkan yardımcısı olabilecek iki kişiden biri olduğu bir Dünya'da yaşıyoruz.


        Gazeteci: Sn. Palin daha önce hiç bir devlet başkanıyla karşılaştınız mı?
        Palin: Ben Alaska valisiyken bir sürü ticaret elçisiyle görüştüm.
        Gazeteci: Sn. Palin ticaret elçisinden bahsetmiyorum, devlet başkanıyla karşılaştınız mı hiç?
        Palin: Hayır karşılaşmadım ve bunun önemli olmadığını düşünüyorum.


        "Kitap okumuyorum ve bunun eksikliğini hissetmiyorum" deyimini çok çağrıştırdı bana..

        Dn: Dikkat et Palin, göz kırpmana taktım kafayı.

        Ekim 11, 2008

        Eagle Eye

        Film oldukça hareketli. Uzun zamandır böyle aksiyona kaptırabildiğim filme denk gelmemiştim sinemada. Aranın gelmemesini istedik uzun bir süre, ara geldiğinde de ne gerek vardı şimdi dedim kendi kendime. Dediğim gibi bolca insanı sarmalayan bir aksiyon vardı filmde.

        Filmin yönetmeninin anasına babasına bir çift lafım var. Bir insan çocuğuna isminin ilk harfleri DJ olacak şekilde isim vermemeli bence. Film bittiğinde ekranda adamın ismini gördük (gitmeden de biliyorduk adını, sadece o zaman rahatsız etti) sanki salonda bir anda derinden bir;

        "DJ Carusooooo! To the beat babyyyyy!" gelecek diye bekledik.

        Gelmedi, hayal kırıklığına uğradık, evet.

        Burası spoiler içeriyor film için.

        Ulan madem bu eagle eye denen makinenin gözüne kalem sokunca bozuluyodu, bunca insan afedersin pek salakmış, sok aletin gözüne kalemi bitsin dimi? Ama yok illa insanlar ölcek heyecanlı olcak ondan sonra sokacaklar kalemi. Yoksa nasıl gişe yapcak dimi. Neyse bence senaryoda gözüne kalem sokarak aleti yıkacaklarına suyunu çekip bitirselerdi daha yerinde olacaktı.

        Netice olarak güzel bir filmdi, amacına ulaşmış, aferim.

        Bu arada unutmadan, memleketteki dinlenme paranoyasını yaşayan insanlardan birisiyseniz gitmeyin filme, sokakta yürüyemez olursunuz diyorum, o kadar.

        Ekim 09, 2008

        İ.MG


        Ankara'da yine yeni yeniden bir zamn haberi var. İ.MG toplu taşımaya yine zam yapmış. 1 Ocak 2008'de yaptığı zam az gelmiş, bir daha yapmış. Bir de şimdi geleneksel 1 ocak zammı patlatır üstüne, ankarada buçuklu fiyat pek gitmez. 1.30 kuruşsa 1.50 yapılır yakın zamanda. Şimdi de tam bileti 1.70e çıkarmışlar. Söz konusu zam 17 ekim itibariyle geçerli olacakmış. 1 ocak 2009'da 2.00 olmasını bekliyoruz. Şu benzin pahalılığında toplu taşıma mı ucuza geliyor yoksa araba kullanmak mı, iyi bir hesap yapmak gerekiyor, çünkü benim bu noktada tereddütlerim oluşmaya başladı.

        Ayıp!

        DN: Geçtiğimiz bayram maruz kaldığı muameleden sonra bir sonraki bölüm canavarıyla karşılaşmak üzere 20 ekim sabahı cebeciye davet ediyoruz kendisini, kampüs kapısından girsin de alsın o gün muamelesini. Gelecekse bildirsin ağır sanayi hamlesi hazılayalım.

        Vakai Vakvakiye


        Beşiktaş'ın geçtiğimiz 5 yıldaki en önemli transferi takıma katılan birisi değil de takımdan giden bir Sinan Engin oldu. Tersine bir transfer takımı bence oldukça değiştirecek. Bu sürecin son bir aşaması kaldı o da tüpün patlamasıyla tamamlanacak gibi.

        Sinan Engin'in ayrılışı BJK-Mafya ilişkisini sonlandırabilecek mi, bunu bize önümüzdeki yıllar ancak gösterebilecek..

        Ama şu da bir gerçek ki artık bir yönetici ağzıyla duyabileceğimiz garip aritmetik hesaplardan uzak kalacağız bu istifayla, üzülmedim dersem yalan olur. Sinan'la yıllar saat olmuş, mübadele kriteri olarak aleks kriteri girmişti literatüre. Kim bilir, belki spor yorumcusu olur da hayatımıza renk katmaya devam eder değişik kıyaslamalarıyla.